Pazartesi, 09 Haziran 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyoloji
Bir zamanların derinliklerine kök salmış efsanevi İğde Ağacı, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın incelikli dansının en zarif yansıması olarak günümüz siyasal sahnesinde tekrar hayat buluyor. Gökyüzü, masalsı bir akşamın perdesini aralamış, eski zamanların tozlu sayfalarında kaybolmuş bir figürü yansıtıyor: İğde Ağacı. Yüzyılların sessiz tanığı, bugünün karmaşık siyasal sahnesine sakin bir rehberlik sunuyor. Kökleri toprağın derinliklerine uzanan bu ağaç, geçmişin izlerini günümüzün liderlerine bir ışık hüzmesi gibi yansıtırken, kim görüyor ya da kim duyuyor? Eski zamanın özgün motifleri, bilge liderlerin ve toplumların çizdikleri yolu inatla aydınlatıyor. Zamanın kıvrımlarında yükselen İğde Ağacı, geçmişin hüznünü taşıyarak bugünün siyaset sahnesinde hangi liderlerin, yıllara meydan okuyan direncin nağmelerini duyup duyuracağını ve hangi umudu yeşerteceğini merakla beklerken, acaba bu nağmeleri gören, duyan bir ses olacak mı?

Bir zamanların derinliklerine kök salmış efsanevi İğde Ağacı, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın incelikli dansının en zarif yansıması olarak günümüz siyasal sahnesinde tekrar hayat buluyor. Gökyüzü, masalsı bir akşamın perdesini aralamış, eski zamanların tozlu sayfalarında kaybolmuş bir figürü yansıtıyor: İğde Ağacı. Yüzyılların sessiz tanığı, bugünün karmaşık siyasal sahnesine sakin bir rehberlik sunuyor. Kökleri toprağın derinliklerine uzanan bu ağaç, geçmişin izlerini günümüzün liderlerine bir ışık hüzmesi gibi yansıtırken, kim görüyor ya da kim duyuyor? Eski zamanın özgün motifleri, bilge liderlerin ve toplumların çizdikleri yolu inatla aydınlatıyor. Zamanın kıvrımlarında yükselen İğde Ağacı, geçmişin hüznünü taşıyarak bugünün siyaset sahnesinde hangi liderlerin, yıllara meydan okuyan direncin nağmelerini duyup duyuracağını ve hangi umudu yeşerteceğini merakla beklerken, acaba bu nağmeleri gören, duyan bir ses olacak mı?

İğde Ağacının sessiz öğretileri, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın incelikli dansının en zarif yansıması olarak karşımıza çıkar. Geçmişin hüznüyle filizlenen bu efsanevi ağaç, toprakların en derinlerine kök salmış, binlerce yılın hikayesini taşıyan yaşlı bir bilgenin kolları gibi uzanırdı. Ağacın dalları, toplumsal bağın tezgahında ahenkle örülmüş, farklılıkların birlikteliğinin simgesiydi. Mitolojik İğde Ağacı, farklı kültürlerin ortak dili olmuş, adaletin, paylaşımın ve sürdürülebilirliğin sembolüydü. Bugünün siyaset sahnesinde bu sembolün dansı, farklı renklerin, seslerin ve inançların bir araya geldiği bir meydanda yükseliyor. İğde Ağacı’nın meyveleri, adaletin iştahını tatmin ederken, paylaşımın kutsal dokunuşuyla her bir bireyin eşitliğine işaret ediyor. Sosyolojik perspektiften bakıldığında, İğde Ağacı’nın hikayesi, toplumsal birliğin temellerini güçlendirmenin ve farklılıkları bir arada tutmanın kıymetini vurguluyor.

Edebiyatın büyülü dünyası, İğde Ağacının dallarında uçuşan kuşların nağmeleri gibi, her bireyin farklı bir hikayesi olduğunu anlatır bize. Toplumun hüzünleri ve sevinçleri, bu ağacın gölgesinde bir araya gelir ve birbirine dokunur. Bu ağacın altında, dostlukların kök saldığı, sevginin meyvelerini verdiği bir dünya hayal edilir geçmişten günümüze ve biliriz ki, bu düşlerin peşinden gitmek, günümüzün siyaset sahnesinde gerçek adaleti ve eşitliği savunmaktır. Ancak, ne yazık ki, siyasilerin kulakları bu sessiz nağmelere kapalı gibi görünüyor. Bilimin yol gösterici ışığı yerine, kısa vadeli çıkarlarının peşinden koşmaktalar hala. Sanatın estetik dansını görmek ve mitolojinin derin öğretilerini anlamak yerine, kendi gölgelerinde kaybolup gitmekteler. Sanatın, bilimin ve mitolojinin rehberliği, toplumsal harmoniyi inşa etme fırsatını sunarken, siyasetçiler hala kendi dar alanlarında sıkışıp kalmaya devam etmekteler. Gelinen bu noktada, İğde Ağacının öğrettikleriyle siyaset sahnesinde adımlarken, toplumun tüm renkleri ve sesleriyle bir araya gelebilmemizin yollarını aramalıyız.

İğde Ağacının sessiz fısıltısını dinleyerek, geçmişin derinliklerinden gelen öğretileri geleceğe taşıma vizyonuyla, birlikte daha aydınlık bir dünya inşa etmenin hayalini kurabiliriz. Bu yolda, farklılıkların Türk çatısı altında birleştirilmesi olağanüstü bir öneme sahiptir. Farklılıklarımız bizi bölünmeye değil, zenginliğimize katkı sağlamalıdır. Milli ve manevi değerlerimiz, ortak bir paydada buluşmamızı sağlayan temel taşlardır. Ancak bu değerleri sadece dillendirmek değil, içselleştirmek ve günlük hayatımızda yaşatmak da elzemdir.

Farkındalıkla yaklaştığımızda, fırsat eşitliği ve adalet gibi kavramların İğde Ağacının dallarından süzülen birer armağan olduğunu görebiliriz. İğde Ağacının kökleri gibi, toplumun tüm kesimlerine eşit şekilde besin sağlayan ve her bir bireyin gücünü doğru şekilde kullanabilmesini mümkün kılan bir yapı inşa etmek için çaba harcamalıyız.

Hayat pahalılığının gölgesinde umutsuzluğa düşerken, İğde Ağacının meyvelerinin insanlığın iştahını tatmin ettiğini hatırlayalım. İşte bu meyveler, adil bir düzenin mümkün olduğunun ve her bireyin refah içinde yaşayabileceğinin kanıtıdır. İğde Ağacının sessiz öğretileri, bu adalet ve eşitlik mücadelesinin önemini bizlere hatırlatıyor.

Ancak bu süreçte kendimizi de sorgulamalıyız. İğde Ağacının kökleri toprağa sıkı sıkıya bağlıdır, ancak onları güçlü kılan da içsel güçleri ve özgüvenidir. Bizler de milli ve manevi değerlerimizi taşıyarak, öz güvenimizi kazanmalı ve geleceği inşa etmek için gereken adımları atmaktan çekinmemeliyiz.

İğde Ağacının gölgesinde, farklılıkların zenginliği ve milli manevi değerlerimizin birliği altında bir araya gelmeli, birlikte daha adil, eşit ve umut dolu bir Türkiye inşa etme hedefiyle yürümeliyiz. Bu yolda karşımıza çıkan zorluklar, İğde Ağacının dayanıklılığına ve direncine olan benzerliğimizi hatırlatmalı ve bize ilham kaynağı olmalıdır.

Şimdi, geleceğin tohumlarını İğde Ağacının altına mı ekiyoruz? Yoksa rüzgârın sesine kulak verip, doğanın çağrısını mı duyuyoruz? Belki de bugün, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın ortak dilinde, toplumsal birliğin temellerini daha sağlam atmamızın zamanıdır. Peki, siyasiler kendi gölgelerinin ardında kaybolmaya devam ederken, İğde Ağacının sessiz fısıltılarıyla haykırdığı öğretileri duymaya ve toplumsal birliğin aydınlık yollarında yürümeye ne zaman karar verecekler?

Formun Üstü

Cuma, 06 Haziran 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyal Psikoloji
İntihar, kendi ruhuna tanıklık edenlerin anlatımında yok oluş değil, yaşamın en sancılı biçimde anlamlandırılmasıdır. Edebiyat, bu sancıyı ortaya çıkaran bir ayna, varoluşun en kırılgan anlarını ölümsüzleştiren bir sahnedir. Öyleyse edebiyat, intiharın karanlık sınırlarında dolaşırken şu soruyu ortaya atar: İnsan, kendi ruhuna tanıklık sırasında yok oluşu mu seçer, yoksa yeniden var olmayı mı?

İntihar, kendi ruhuna tanıklık edenlerin anlatımında yok oluş değil, yaşamın en sancılı biçimde anlamlandırılmasıdır. Edebiyat, bu sancıyı ortaya çıkaran bir ayna, varoluşun en kırılgan anlarını ölümsüzleştiren bir sahnedir. Öyleyse edebiyat, intiharın karanlık sınırlarında dolaşırken şu soruyu ortaya atar: İnsan, kendi ruhuna tanıklık sırasında yok oluşu mu seçer, yoksa yeniden var olmayı mı?

İntihar, insanın ruhunun karanlık çatlaklarında yankılanan sessiz ve derin bir çığlıktır. Tarih boyunca hem başkaldırı hem de teslimiyet olarak algılanan bu eylem, insanın kendi varlığını anlamlandırmaya çabalaması ve sancılı karar anlarını içinde barındırır. Antik Yunan tragedyalarından modern edebiyata kadar, her zaman bir anlatı aracı olmuş intihar, bireysel varoluş krizlerinin toplumla çatıştığı anların sessiz tanığıdır aslında.

Nilgün Marmara, Sylvia Plath’a hayran bir genç kadın olarak, onun içsel sancılarına dokunan dizeler yazdı. Plath ise Virginia Woolf’un trajik zarafetiyle örülü kişiliğini hayranlıkla inceledi. Bu hayranlık zinciri, yazarların varoluş sancılarını birbirine bağlar gibi, bir tür derin bağ oluşturdu. İntihar, bu sancının en uç noktasında, bireyin kendi varlığını anlamlandırmaya çabalaması, o keskin karar anıydı. Edebiyat, o anlara sessiz bir ayna tuttu. Nilgün Marmara’nın “Yaşamak yaralı bir kuştur” dediği yerde, Sylvia Plath sırça fanusun boğuculuğunu dizelere taşıdı. Virginia Woolf, ceplerine taşlar doldurup Ouse Nehri’ne yürüdüğünde, varlığı yalnızca suya değil, kaleminin ardında bıraktığı ölümsüz kelimeleriyle dünyaya emanet etti.

Bu üç kadın, yaşam ve ölüm arasında ince bir çizgide, intiharın bir son  değil, yaşamın yükünü anlamlandırmaya yönelik bir çığlık olduğunu gösterdiler. .Edebiyat, tüm çığlıkları duydu. Hem bireyin yalnızlığını hem toplumun sessiz baskılarını dile getirdi. İntihar, onların anlatılarında yalnızca bireysel bir tercih değil; aynı zamanda toplumun, normlarına ve ruhun dayatılmış sınırlarına karşı bir başkaldırıydı. Çünkü intihar, yalnızca bireyin bireysel krizlerini değil, aynı zamanda toplumsal toplamın dayattığı baskıları da gözlerin önünde seren bir ayna işlevini görüyordu.

Günümüzde intihar olgusu, bireysel bir eylem gibi algılansa da derinlerde toplumsal bağların zayıflaması, ekonomik eşitsizlikler, kültürel baskılar ve modern dünyanın ayrışan oluşumlarıyla şekillenmektedir. Émile Durkheim, İntihar adlı eserinde, bu eylemin bireysel bir hayattan çok, toplumsal bir durum olduğunu açıkça ifade eder. Ona göre, bireyin toplumla bağları koptuğunda ya da toplumun üyelerinin bireysel sınırları içinde bir yük haline geldiğinde, bu bağ kopuşu kendini intihar eylemiyle gösterir. İşte bu noktada edebiyat, yalnızca bireylerin değil, toplumun sessizliğini de haykıran bir dil olur.

Peki, edebiyat bize intihar hakkında ne der?

İntihar, bireysel bir tercih gibi görünse de aslında toplumun inşa ettiği görünür duvarlara çarpan bir çığlıktır. Nilgün Marmara’nın dizelerinde bu duvarlar, insanın kendine yabancılaşması, ait olamama hissi ve toplumun bireyin üzerinde  uyguladığı  baskının ağırlığıyla örülmüştür. Marmara’nın dizelerinde insan, uçmayı arzulayan, ama kanatlarının her çırpınışında daha fazla kanayan bir varlıktır. Bu çatışma, bireyin kendisiyle ve çevresi ile uzlaşamadığı bir eksende derinleşir.

Sylvia Plath ise, Sırça Fanus romanında, bireyin toplumsal normlara sığamayacağı kadar özgün bir ruh taşıdığını gösterir. Fanusun metaforu, yalnızca Plath’ın kişisel çıkmazları değil; Aynı zamanda modern dünyanın insanı içine hapsettiği kafesi temsil eder. 2025 yılında, bu fanus hala varlığını koruyor: Sosyal medya, bireyleri sürekli bir performans sergilemeye iterken, insanların içsel kimlikleri fanusun buğulu camları arkasında sıkışıp kalıyor. Plath’ın eserindeki yalnızlık, artık dijital dünyada “görünür” olma arzusu ile daha da derinleşiyor. İnsan, kendine bile ulaşamaz hale geliyor.

Virginia Woolf’un ceplerine taşlar doldurarak nehire doğru yürüyüşü, yalnızca bireysel varoluş  krizi değil; Aynı zamanda edebiyat aracılığı ile kadınlara biçilen geleneksel rollerin sorgulanmasının   simgesi olarak görülebilir. Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde Woolf, kadın yazarların ihtiyaç duyduğu ruhsal özgürlük alanından bahseder. Woolf’un mesajı günümüzde geçerliliğini koruyor.

2025 yılında intihar, dijital çağın karmaşıklığıyla daha derin bir toplumsal yara haline geldi. Sosyal medya bireyleri görünür hale getirirken, bireysel ve toplumsal anlamda olumsuz sonuçları olan geri kalma korkusu, anksiyete, depresyon,  kaygı ve yalnızlığa dönüşmektedir. Durkheim’ın teorisi, bireyin toplumsal bağlardan koptuğunda intiharın kaçınılmaz bir sonuç olabileceğini gösterirken, dijital çağda bu bağlar, yalnızca fiziksel olarak değil, manevi olarak da aşınmıştır.

Edebiyat, yaşamın bu karanlık anlarını görünür kılmaya devam etmektedir. Örneğin, Elif Şafak’ın Arafta romanı, bireyin kendine ve çevresine ait olma mücadelesini işlerken, Hakan Günday’ın Daha romanı, modern dünyanın insanı yabancılaştırdığını anlatır. İntiharın edebiyattaki yansımaları, yalnızca bireyin acısını değil, toplumun bu acıdaki rolünü açıkça ortaya koyması açısından önemlidir. 2025 yılında modern dünya daha karmaşık, daha hızlı ve hatta daha yalnız olabilir. Ancak edebiyat, bu yalnızlığın içinde yankılanan çığlıkları duyurmaya devam etmektedir ve edecektir. Çünkü edebiyat hem bireyin hem de toplumun ruhuna tutulmuş bir aynadır. Ve o ayna, hiçbir zaman yalan söylemez.

Edebiyat, bize şu soruyu sormayı bırakmıyor: “İnsanın, kendi ruhuna tanıklık ederken yok oluşu mu seçiyor, yoksa yeniden var olmayı mı?” Cevap, her zaman bireyin kendi hikâyesinde ve duruşunda saklıdır.

Bireylerin ve toplumun yaşadığı hızlı değişimler, teknolojik gelişmeler ve iş hayatındaki zorluklar, tükenmişlik sendromunu daha da ön plana çıkarıyor. Sosyolojik bir bakış açısıyla ele alındığında, bu sendromun sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumun genel dinamiklerinin bir yansıması olduğu görülebilir

Bireylerin ve toplumun yaşadığı hızlı değişimler, teknolojik gelişmeler ve iş hayatındaki zorluklar, tükenmişlik sendromunu daha da ön plana çıkarıyor. Sosyolojik bir bakış açısıyla ele alındığında, bu sendromun sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumun genel dinamiklerinin bir yansıması olduğu görülebilir

Günümüzde, ofislere kahramanca koşan, evdeki bulaşıkları hallederken sosyal medyada “mükemmel” hayatlarını inşa eden bizler, içimizdeki sessiz çığlıkla bir gün tükenme ihtimalimizin fısıldadığını duyuyoruz.

Dünya Sağlık Örgütü’nün de ifade ettiği gibi, tükenmişlik sendromu, iş yerindeki kronik stresin yetersiz yönetilmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Enerji seviyemiz gün içinde cep telefonumuzun şarjı gibi giderek düşer, mesleğimizden soğuruz ve verimliliğimiz WhatsApp gruplarında atılan esprili emojiler gibi yavaşça kaybolur.

Türkiye’deki çalışmalar, sağlık çalışanlarının yüzde 68’inin aile yaşantısının, yüzde 74’ünün mesleki gelişiminin, yüzde 84’ünün ise arkadaşlık ve sosyal ilişkilerinin pandemiden etkilendiğini gösteriyor. Bu da işin sadece bir kısmının değil, yaşamın genelinde tükenmişlikle karşılaşabileceğimizi gösteriyor.

Gençler, ergenlik döneminde yaşadıkları sorunlarla mücadele ederken tükenmişlikle karşılaşabilirler. Sınavlar ve gelecek kaygısı gibi akademik baskılar gençleri olumsuz yönde etkileyebilir. Sınav stresi gençlerin enerji seviyelerini düşürebilir ve motivasyonlarını azaltabilir. Aynı zamanda, gelecekleri hakkındaki belirsizlikler gençlerde tükenmişlik duygularını tetikleyebilir, çünkü bu belirsizlikler gençlerin kendilerini gelecekleri için yeterince hazırlıklı hissetmelerini engelleyebilir.

Sosyal medya kullanımının yaygınlaşması, gençler arasında karşılaştırma ve rekabetin artmasına yol açabilir. Sanal dünyada yaratılan mükemmel hayatlarla gerçek yaşantıları karşılaştırmak, gençlerde tükenmişlik hissini artırabilir. Sosyal medyanın yarattığı baskı, gençleri sürekli olarak kendilerini başkalarıyla kıyaslamaya ve sosyal standartlara uymaya zorlayabilir, bu da tükenmişlik sendromunun ortaya çıkmasına neden olabilir.

Gençlerin tükenmişlik canavarıyla baş etmeleri için farklı yöntemlere başvurmaları önemlidir. Örneğin, gençler, sınav stresiyle başa çıkmak için etkili öğrenme ve sınav stratejileri geliştirebilirler. Ayrıca, gelecekleri hakkındaki belirsizlikleri kabul etmek ve bu belirsizliklerle başa çıkma becerilerini geliştirmek, tükenmişlik duygularını azaltabilir.

Sosyal medya kullanımını dengelemek de gençler için önemlidir. Gerçekçi olmayan beklentilere kapılmadan, sosyal medyayı bilinçli ve sağlıklı bir şekilde kullanmak, gençlerin kendi yaşamlarıyla barış içinde olmalarına yardımcı olabilir. Aynı zamanda, sosyal medyada gerçek hayatın sadece bir yansıması olduğunu anlamak, tükenmişlik hissini azaltabilir. Gençlere destek sağlayan bir sosyal çevre oluşturmak da tükenmişlikle mücadelede etkili bir strateji olabilir.

Tükenmişlikle ahlaki incinme arasındaki ince çizgiyi çözmek, biraz karmaşık bir sudoku çözmek kadar zor olabilir. Ahlaki incinme dediğimiz şey, sanki bir bireyin kontrol panelindeki etik değerler düğmeleri bir anda kaosa dönmüş gibi hissetmesidir. Yani, “Aman tanrım, bu etik şifresini girişirken neden ‘1234’ yazdım ki?” gibi bir durum. Örneğin, iş yerinde yöneticinin haksız bir talimat vermesi ve bireyin bu talimata uymak zorunda kalması durumunda ahlaki incinme yaşanabilir. Bu durumda, birey kendi etik değerleri ile iş yerindeki beklentiler arasında sıkışmış hissedebilir, bu da moral ve motivasyon kaybına neden olabilir. Ahlaki incinme, iş yaşamında karşılaşılan etik ikilemlerle başa çıkma zorluğunu ifade eder.

Tükenmişlik ise biraz daha kişisel bir meseledir. Bu, sanki hayatın içinde bir enerji vampiri dolaşıyormuş da sürekli enerjiyi emiyormuş gibi bir hissiyat yaratır. Mesela, gün içinde işten işe koşarken, bir yandan da evdeki bulaşıkları hallederken, bir yandan da sosyal medyada kendi “mükemmel” hayatını inşa ederken, bir noktada içimizden bir ses, “Bu gidişle ben bir gün burada tükenirim!” der. İşte, tükenmişlik dediğimiz bu sessiz çığlık.

Şimdi kuşaklar arası farklara gelelim. Milenyum kuşağı, sanki tükenmişlik duygusuna daha maruz kalan bir grup gibi öne çıkıyor. Araştırmalar, bu kuşağın, yaşın ve çalışma süresinin artmasıyla duygusal tükenmenin de arttığını gösteriyor. Yani, teknoloji ilerledikçe, tükenmişlik daha da ilerliyor gibi bir durum söz konusu.

Pandemi sürecinde iş dünyasında meydana gelen değişiklikler de cabası. Artan çalışma saatleri, iş-yaşam dengesinin yerle bir olması gibi faktörler, sanki tükenmişlik canavarını serbest bırakmış durumda. Özellikle beyaz yakalı çalışanlar, sürekli iletişim beklentisi ve belirsizlikle başa çıkarken adeta tükenmişlikle dans ediyorlar.

Emeklilik dönemi, çalışma hayatının sona erdiği, hayatın keyfinin çıkarıldığı bir kırılma noktası gibidir. Ancak, bu keyifli dönemi gölgeleyen bazı meseleler vardır ki birkaç emeklinin elini kaldırmasıyla başlar, biraz eleştiri alır, biraz da toplumun gündemine oturur. Emeklilerin maaşlarındaki adaletsizlik, sanki bir tiyatro oyununun kritiği gibi herkesin dilinde. Kimi emekli, aldığı maaşı karnesine göre değerlendirir ve temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabilirken, öte yanda bazı emekliler var ki sanki banka kasasını çalsa fark edilmeyecek, o kadar yüksek maaşlar alıyorlar. Bu durum, toplumda bir eşitsizlik algısı oluşturarak eleştirilere maruz kalıyor.

Emekli maaşlarındaki bu ‘rol dağılımı krizi’ kamuoyunda sıkça konuşuluyor. Kimi emekli, ay sonunu zor getirirken, diğer yanda bazı emekliler var ki sanki her ay 30 gün değil de 300 gün sürüyor, o kadar lüks harcamalar yapıyorlar. Bu durum, emeklilik sisteminin adil olup olmadığı konusunda birçok soru işareti bırakıyor.

Öte yandan, medyanın bu tükenmişlik sendromuna katkısı da bir hayli ilginç. Medya, sadece emekliler arasındaki eşitsizliği değil, toplumun genel tükenmişlik hissini tetikleyen bir rol üstleniyor. Günümüzde, medyanın sürekli olarak olumsuz olayları, stres yaratan haberleri vurgulaması, insanların tükenmişlik duygusunu artırıyor. Ayrıca, sosyal medyanın yaygın kullanımı, insanları sürekli olarak başkalarıyla kıyaslamaya yönlendiriyor ve bu da tükenmişliği besliyor. Bu durumda belki de medyanın biraz daha pozitif haberlere yönelmesi, toplumun genel tükenmişlik hissinin azalmasına katkı sağlayabilir.

Madalyonun öbür yüzüne bakılacak olursa; Günümüzde medya çalışanları, haber ajanslarında, televizyon kanallarında veya dijital platformlarda yoğun bir tempoda çalışarak haberleri anında ulaştırma sorumluluğunu üstlenmektedir. Ancak, bu hızlı tempolu çalışma ortamı, medya çalışanlarında tükenmişlik sendromuna neden olabilmektedir. Medya çalışanlarının tükenmişlikle başa çıkma sürecinde, sürekli haber akışı, sıkıntılı olayları ele alma ve zaman baskısı gibi faktörler etkili olmaktadır. Bir yandan olayları doğru, hızlı ve tarafsız bir şekilde aktarma görevini yerine getirirken, diğer yandan toplumun beklentileri ve eleştirileriyle başa çıkmak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle kriz dönemlerinde, medya çalışanları sürekli olarak güncel kalmak, anlık gelişmeleri takip etmek ve doğru bilgiyi hızlıca iletmek zorundadır. Bu durum, çalışanların iş yükünü artırabilir ve sürekli stres altında olmalarına neden olabilir. Ayrıca, olumsuz haberlerle sürekli temas halinde olan medya çalışanları, zamanla duygusal yıpranma yaşayabilirler.

Peki, bu tükenmişlikle nasıl başa çıkılır? Bireyler, iş yüklerini etkili bir şekilde yönetmeli, sınırlarını belirlemeli ve sosyal destek ağlarını kullanmalı. Yani, mesela iş yerindeki masayı sıkıldıkça sandalyeyle değiştirmek gibi! Organizasyonlar da iş düzenlemelerini gözden geçirmeli, çalışanların beklentilerini anlamalı, liderlik tarzlarını iyileştirmeli ve açık iletişim ortamları oluşturmalı. Ayrıca, çalışanlara işlerine anlam katmaları için biraz esneklik tanımak da önemli. Belki de bir gün yazdıkları günlüklerden en çok okunan kitap çıkabilir!

Eğer hayatımız bir film olsa, tükenmişlik duygusuyla dans eden bu canavar, bir köşede kahkahalarla izleyen bir seyirci olabilirdi. Ancak gerçek hayatın karmaşasında, bu canavarla başa çıkmak zorlu bir görev. Bireyler için, iş yüklerini etkili bir şekilde yönetmek önemlidir. Sınırlarını belirlemek, zamanı doğru yönetmek ve sosyal destek ağlarını kullanmak, tükenmişlikle mücadelede etkili stratejilerdir. Belki de bir gün iş yerindeki masayı değiştirmek yerine, bir mola verip masadan uzaklaşmak, taze bir nefes almak tükenmişliği hafifletebilir. Organizasyonlar da önemli bir rol oynar. İş düzenlemelerini gözden geçirmek, çalışanların beklentilerini anlamak ve liderlik tarzlarını iyileştirmek, çalışanların motivasyonunu artırabilir. Açık iletişim ortamları oluşturmak, çalışanların duygusal ihtiyaçlarına daha duyarlı bir şekilde yaklaşmak, iş yerindeki atmosferi olumlu yönde etkileyebilir. Pandemi sürecinde yaşanan değişikliklere odaklanmak da önemlidir. Artan çalışma saatleri ve iş-yaşam dengesinin bozulması gibi faktörler, tükenmişlik duygusunu tetikleyebilir. Bu nedenle, esnek çalışma düzenleri oluşturmak, çalışanların kişisel ihtiyaçlarına daha uygun bir çerçeve sunabilir. Ayrıca, çalışanlara işlerinin anlamını göstermek, geri bildirim süreçlerini güçlendirmek ve adaleti sağlamak da tükenmişlikle mücadelede etkili olabilir. Kuşaklar arası farklılıklara dikkat etmek de unutulmamalıdır. Milenyum kuşağının daha fazla tükenmişlik yaşaması, iş dünyasındaki değişimlere ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan yeni zorluklara işaret edebilir. Bu durum, iş dünyasının ve organizasyonların kuşaklar arası iletişimi ve iş kültürünü daha iyi anlamalarını gerektirebilir.

Tükenmişlik sendromu, sadece bireyin iç dünyasını değil, aynı zamanda toplumsal yapıları da etkileyen karmaşık bir olgudur. Psikoloji ve sosyoloji disiplinlerini entegre ederek bu sendromu anlamak, bireysel deneyimleri toplumsal dinamiklerle buluşturmak anlamına gelir. Bir başka deyişle; tükenmişlik sendromu bireylerin ve organizasyonların ortak  sorunudur. Ancak, bu sorunla başa çıkabilmek için bireylerin ve organizasyonların birlikte çalışması gerekmektedir. İş dünyasında yaşanan hızlı değişimlere ayak uydurmak, esneklik sağlamak ve sosyal destek sistemlerini güçlendirmek, tükenmişlikle mücadelede etkili adımlardır. Unutulmamalıdır ki, birlikte hareket etmek, tükenmişlik canavarını alt etmek için en güçlü stratejidir.

Çünkü birlikte hareket etmeyi öğrenemezsek, Sezen Aksu’nun o güzel  şarkısında seslendirdiği  gibi;

“ Etrafımızı sarıverecek

Bir boşluk ki asla bitmeyecek

Her şey bir anda anlamsız gelecek

İşte biz O gün Tükeneceğiz!”

Cumartesi, 31 Mayıs 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyal Psikoloji
Sonsuz zamanın labirentinde, insanlık toplumsal muhalefetin uçsuz bucaksız sahnesinde bir destan yazıyor. Bu destan, özgürlük ve adaletin temel taşlarıyla inşa edilmiş bir kule gibi, gökyüzüne yükseliyor. Toplumsal muhalefet, demokratik düşlerin gerçeğe dönüştüğü, insanlığın aynasını tutan bir eldir. Bu el, siyasi arenanın sakin sularını çalkalayarak derinliklerini keşfetmemizi sağlar.

Sonsuz zamanın labirentinde, insanlık toplumsal muhalefetin uçsuz bucaksız sahnesinde bir destan yazıyor. Bu destan, özgürlük ve adaletin temel taşlarıyla inşa edilmiş bir kule gibi, gökyüzüne yükseliyor. Toplumsal muhalefet, demokratik düşlerin gerçeğe dönüştüğü, insanlığın aynasını tutan bir eldir. Bu el, siyasi arenanın sakin sularını çalkalayarak derinliklerini keşfetmemizi sağlar.

Toplumsal muhalefetin anlamı, çeşitliliğin ve özgürlüğün ahenkli bir dansıdır. Farklı fikirlerin birbirine dokunduğu, tartışmaların halka açık sahnede sergilendiği bu tiyatro, demokrasinin sahnesinde oynanır. İnsanlık, bu sahnede kendini yeniden icat eder, geçmişin yorgun ezberlerini kırar ve yeni ufuklara yelken açar.

Ancak toplumsal muhalefetin en değerli incisi, barışçıl düşüncenin gücünü simgeler. Kalem ve kelam, bu mücadeledeki en güçlü silahlardır. İdealler ve hedefler, bu silahlarla yazılan satırlarda yeşerir ve toplumu aydınlatan bir mum gibi parlar. Her kelime, demokratik değerlerin sütunlarına bir tuğla olarak eklenir ve aydınlık yarının temellerini atar.

Demokratik toplum, toplumsal muhalefetin çeşitliliğini kucaklar ve farklı renklerin mozaik tablosunu oluşturur. İşte bu tablo, insanlığın kolektif bilinci ve değişim arzusuyla boyanmıştır. Toplumsal muhalefet, bir nehir gibi akarak, taşıdığı çeşitli düşüncelerle kıyıları zenginleştirir ve demokrasinin yeşeren bahçesini sulayarak büyümesine katkıda bulunur.

Toplumsal muhalefet, demokrasinin kalkanı ve aynasıdır. İktidarın gölgesinde saklanan gerçekleri aydınlatır ve toplumu uyanık tutar. Muhalefet, demokratik düşünceyi besleyen bir pınardır ve demokrasinin yüreğindeki ateşi korur. Farklı görüşler, bu ateşte eriyerek demokratik bir demir dövülür ve daha güçlü bir toplumun temelleri atılır.

Bu uzun yolculukta, toplumsal muhalefetin kahramanları, eleştiri oklarının hedefi olurlar. Ancak unutulmamalıdır ki, büyük ağaçlar en güçlü rüzgarlara meydan okuyarak kök salarlar. Toplumsal muhalefet de sağlam bir inançla ve demokratik değerleri yüreğinde taşıyarak ayakta kalır. Cesaret, bu mücadeledeki en büyük müttefiktir ve toplumsal muhalefetin yükselen rüzgarlarıyla birlikte savrulan bir bayraktır.

Kalemin ve kelamın dans ettiği bu destan, toplumsal muhalefetin kudretli kanatlarıyla yazılırken, geleceğe umutla ilerlemenin tınısını taşıyor. Toplumsal muhalefet, demokrasinin kıymetli birer mücevheri olarak parıldayan kelimelerinin büyülü bir bileziği gibidir. Bu anlam yüklü harfler, özgürlük meşalesini yakarken, adaletin ışığıyla birleşerek karanlığı aydınlatır. Kalemin ucundan damlayan her kelime, geleceğe dair vaatler taşırken, toplumsal muhalefetin sayfalarında yazılan her satır, insanlığın daha adil ve özgür bir dünya hayaline katkıda bulunur. Öyleyse, bu eşsiz destanın en güzel kahramanları, kalemlerini ve kelimelerini toplumsal muhalefetin zirvesine yükselterek, aydınlığa giden yolda ilerlemeye devam edeceklerdir.

Çarşamba, 28 Mayıs 2025 / Yayınlanan Kadın Çalışmaları, Son Eklenenler
Çocuk yaşında şiirle oynamış. Sonra öykü ve romanlar yazmış. Gazete ve dergilerin köşe yazarı. “Türkıye’nın ilk üniversite mezunu kadını” unvanını ona ait. “Mekteb-i Ümit” kurucusu Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Şiiri Nazım'a yazmış. Miting alanlarının konuşmacısı.

Günde yüz renge giren kadın

Çocuk yaşında şiirle oynamış. Sonra öykü ve romanlar yazmış. Gazete ve dergilerin köşe yazarı. “Türkıye’nın ilk üniversite mezunu kadını” unvanını ona ait. “Mekteb-i Ümit” kurucusu Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Şiiri Nazım’a yazmış. Miting alanlarının konuşmacısı.

Şükûfe Nihal’in yaşamı, geçmiş yılların kısıtlı koşullarında bile kadının nelere imza atabileceğini gösteren örnek bir yaşam. O, özgür, mücadeleci ve dimdik ayakları üzerinde duran bir kadındır. Çok renkli geçen yaşamının yanında, kucakladığı acıları da olmuş hep. Doğduğu şehre benzer biraz. 1896, İstanbul Yeniköy nüfusuna kayıtlı. Babası V. Murat’ın  başhekimi Emin Paşa’nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey. Annesi, Binbaşı Şevket Bey’in kızı Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Kâtipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet’in Bas ressamı Nakkaş Mehmet Efendi’ye dayanır. Evlerinde yapılan edebiyat sohbetlerinden etkilenen Nihal, çok küçük yasta şiir yazmaya baslar. On iki yasında ise, babası Ahmet Bey’in evde yaptığı toplantılara katılarak heyecanla Meşrutiyet’i bekleyen bir çocuktur artık. İlk ve ortaöğrenimini babasının memur olması nedeniyle birkaç şehirde (Selanik, Beyrut, İstanbul) tamamlayabilmiş. 1916 yılında İnas Darülfünu’nuna yazılmış, 1918 yılında İstanbul Darülfünu’nuna geçmiş, 1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirerek “Türkiye’nin ilk üniversite mezunu kadını” unvanını almış. Fakültede okurken evlendiği Mithat Sadullah Sander ile “Mekteb-i Ümit” adında bir okul kurmuşlar. Böylece Nihal, eğitimini sürdürürken eğitimciliğe de başlamış.

Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk siir kitabı “Yıldızlar ve Gölgeler” yayımlanır. Aruzla yazılan bu birileri hece ölçüsüyle yazdığı şiirler izler 1928 yılında hece ölçüsünü kullandığı ilk şiir kitabı “Hazan Rüzgarları”, 1930 yılında ise “Gayya” adlı şiir kitabı yayınlanır.

Nihal, edebiyatın duyarlı, romantik ve bir o kadar da realist şairidir. Aruz yanında, konuşulan dile yönelmiştir. İlk şiirlerinde Tevfik Fikret’in etkisi açıkça gözlenir. Özellikle “Haluk’un Defteri” onu çok etkilemiştir. Denebilir ki Nihal, Fikret’in etkisinden kurtulduktan sonra şairlik kimliğinin doruk noktasına ulaşmıştır.

Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek sık sık toplumsal konularda yazmış. Ama kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamış. Şükûfe Nihal, kadın yaşantısı ve sorunlarını belki de ilk dile getiren kadın şair ve yazarımız.

Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini, ekonomik açıdan ve üretkenliğin insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.

Daha 1930’larda sorar “Kadın Sen Nesin ?” diye.

Nesin, anlayamadı seni hiç kimse!

Dikkat ettim arkandan her gelen sese,

Her ağızda bir türlü değişti adın…

Diyorlar ki : “Ne çılgın ne meçhul kadın!..” (Gayya, 1930)

Aynı kitapta, bir kadın olarak meydan okur, “Size Ne? “adlı şiiriyle:

Nihal günde yüz renge girecektir, size ne?

Berrak, beyaz renginden sanki kimler anladı?…

Güllere diken deyip gül diyecek dikene,

Umurunda değildir çılgın olsa da adı…

Yaşamındaki çok yönlülük edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmış. 1928 yılında “Tevekkülün Cezası” adlı öykü kitabı ve ilk romanı “Renksiz Istırap” yayımlanır. Bunları, “Çöl Güneşi” (1933), “Yalnız Dönüyorum” (1938), “Domaniç Dağlarının Yolcusu” (1946), “Çölde Sabah Oluyor” (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında “Finlandiya” adlı gezi notları yayımlanır.1910 yılından itibaren “Kadın”, “Tan”, “Cumhuriyet” gazetelerinde, “Ayda Bir”, “Her ay” gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmış.

Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyet’in kurulması aşamasında ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar’la Müdafaa- i Hukuk Cemiyeti’nde önemli çalışmalar yapmışlar. Şişli’deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.

Halide edip Sultan Ahmet’te tarihi demecini verirken Şükûfe Nihal de Fatih Mitinginde dinleyenleri etkileyen tarihi bir konuşma yapıyordu. Bununla da kalmayıp Anadolu’ya çıkmış. Sonraki yıllarda Anadolu’yu gezmiş. Gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır. Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği’nin de kurucularından. Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğu. “Zindandaki Işık” Nazım Hikmet’e şiir yazmış.

Işık büyük kapı dar,

Işığı çalamazlar (Yerden Göğe, 1960 )

Çevresinin tüm ısrarlarına rağmen, ülke için özgürce çalışma ortamını kısıtlayacağını düşünerek, milletvekili olmak istememiş. Ancak, kadınların parlamentoda daha çok temsil edilmeleri gerektiğini her zaman vurgulamış.

Zorunlu bağımlılık getiren ilişkilere dayanamamış. İki evliliğini de sona erdirmiş ilk evliliğinden olan oğlu Necdet, ikincisinden kızı Günay doğmuş. Eserlerinde erkek çocuklarına “zengin ol” ,  kız çocuklarına “zengin biriyle evlen” diyen düşünce sistemine karşı çıkmış ve çocuklarını da bu şekilde eğitmeye çalışmış. Kızına “Mutfağı bırak da piyanonun başına geç” diye öğüt veren anne.

Yaşamındaki tüm güçlüklere rağmen mücadele azmini yitirmeyen Nihal 1962’de bir kaza geçirir. Tedavi sonucunda çarpık ve kısa kalan bacağıyla bir süre kızının yanında kalır.  Bu, yaşam boyunca kimseden yardım istememiş Nihal için oldukça zor bir dönemin başlangıcıdır. Kimseye yük olmamak düşüncesiyle İstanbul Huzurevi’ne yerleşir. Huzurevi’ne gidince unutulan tüm insanlar gibi ziyaretçisi azdır. Çocukları yoktur bu ziyaretçilerin arasında. Şikayet etmez ve ölümünden habersiz olduğu kızının ziyaretine geleceğinden umudunu kesmez. Şükufe Nihal kızının öldüğünü hiç bilmeyecektir Acılarını kağıtlara aktarır:

Şekiller insansa da ,

Çoğu maske, vahşete…

 Öz evladı olsa da hayvanlık aç çiğ ete… (Yerden Göğe- Mermer Kapı)

Baş ucundaki tahta bavulu, birinci sigarası ve kalemi ölümüne dek onu hiç terk etmeyen en vefalı dostları . 23 Eylül 1973 gecesinde hepsi birlikte çıkar gider odadan. Şişli ve Galatasaray’daki Türkiye’nin en büyüklerinden oğluna ait Sander  kitabevinin harcında onun emekli maaşı var. Aşiyan’daki mezarının taşı yok…

Barınma sorunu sadece ülkemizde değil, dünyada da gündemde olan bir konu. Bir yandan kiracılar ile ev sahipleri arasında yaşanan tatsız olaylara tanıklık ediyor, diğer yandan sahil kenarında viskisini yudumlayan sonradan görmelerin maddi yarışlarını izliyorum. “Şekerim, biz de geçenlerde oradan bir daire aldık”.  Kiracı olmanın çilesi bitmez. Eşyaları yeni yerleştirmişken ansızın toplamak zorunda kalmak; alıştığın çevreyi kendi isteğinin dışında bırakmanın can sıkıcılığı bir yana elinde avucunda duran tüm parayı taşınma masrafına harcamak, yeni bir ev aramanın beyin olarak ve bedenen verdiği yorgunluk, üstelik bunun son kez yaşanmadığını da bilmektir kiracı olmak. Hayat boyu çalışıp kendine ait dört duvar alamamanın çaresizliğidir, ev sahibinin ağzından çıkacak bir rakam ile hayatını sil baştan düzenlemek, can kırıklarına cam kırıkları da eklenmesin diye eski bir alışkanlıkla gazete kağıtlarını ve karton kolileri istemsizce biriktirmektir.  Kiracılığı da ev sahipliğini de yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki; biz eskiden evleri barınma amaçlı olarak kullanırdık. Şimdi karşımda üç beş sonradan görme aldıkları daireleri sosyal statü adına kartvizit olarak kullanıyorlar. Sahi, ne üretir bunlar? Ne üretirler de bizlerin çalışarak, emek harcayarak ömür boyu sahip olamadığımız ya da şans eseri sahip olduğumuz evlerle oynarlar? Eskiden üretmeyen ve hayatında maddiyattan başka bir beklentisi olmayan, elleri nasır tutmamış, uykusuzluktan gözleri ayakları şişmemiş, pahalı parfümleri ve dudak boyaları ile hiç canı yanmamış gibi duran bu kadınlara “oyuncak bebek” gözüyle bakardım. Şimdi görüyorum ki, onlar şehirleri lunapark yapmış ve oynuyorlar. Şehirlerde duran yüzbinlerce boş ev… Öte yandan yatırım yaptıkları için onları suçlamaya hakkım var mı? Onu da bilmiyorum. Tek bildiğim Barınmanın hala insan haklarından biri olduğu.

Barınma sorunu sadece ülkemizde değil, dünyada da gündemde olan bir konu. Bir yandan kiracılar ile ev sahipleri arasında yaşanan tatsız olaylara tanıklık ediyor, diğer yandan sahil kenarında viskisini yudumlayan sonradan görmelerin maddi yarışlarını izliyorum. “Şekerim, biz de geçenlerde oradan bir daire aldık”.  Kiracı olmanın çilesi bitmez. Eşyaları yeni yerleştirmişken ansızın toplamak zorunda kalmak; alıştığın çevreyi kendi isteğinin dışında bırakmanın can sıkıcılığı bir yana elinde avucunda duran tüm parayı taşınma masrafına harcamak, yeni bir ev aramanın beyin olarak ve bedenen verdiği yorgunluk, üstelik bunun son kez yaşanmadığını da bilmektir kiracı olmak. Hayat boyu çalışıp kendine ait dört duvar alamamanın çaresizliğidir, ev sahibinin ağzından çıkacak bir rakam ile hayatını sil baştan düzenlemek, can kırıklarına cam kırıkları da eklenmesin diye eski bir alışkanlıkla gazete kağıtlarını ve karton kolileri istemsizce biriktirmektir.  Kiracılığı da ev sahipliğini de yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki; biz eskiden evleri barınma amaçlı olarak kullanırdık. Şimdi karşımda üç beş sonradan görme aldıkları daireleri sosyal statü adına kartvizit olarak kullanıyorlar. Sahi, ne üretir bunlar? Ne üretirler de bizlerin çalışarak, emek harcayarak ömür boyu sahip olamadığımız ya da şans eseri sahip olduğumuz evlerle oynarlar? Eskiden üretmeyen ve hayatında maddiyattan başka bir beklentisi olmayan, elleri nasır tutmamış, uykusuzluktan gözleri ayakları şişmemiş, pahalı parfümleri ve dudak boyaları ile hiç canı yanmamış gibi duran bu kadınlara “oyuncak bebek” gözüyle bakardım. Şimdi görüyorum ki, onlar şehirleri lunapark yapmış ve oynuyorlar. Şehirlerde duran yüzbinlerce boş ev… Öte yandan yatırım yaptıkları için onları suçlamaya hakkım var mı? Onu da bilmiyorum. Tek bildiğim Barınmanın hala insan haklarından biri olduğu.

Ancak, emlak piyasasındaki gelişmelerle birlikte barınmanın sorun olması da git gide büyüyor. Emlak, güvenli bir yatırım aracına dönüşmüş durumda. Bu nedenle de yatırımcılar evleri, onların içinde oturmak için satın almak isteyenlere karşı daha yüksek fiyat teklifi verebiliyorlar. Bu da konut satış fiyatlarını yükseltip konut bulmayı zorlaştırıyor; kira fiyatlarının artmasına neden oluyor. Bu durumda şehirlerde yüzlerce binlerce boş evin bulunması ve çoğunun da yatırım amacıyla alınmış ikinci, üçüncü, beşinci evler olması konut erişimini sınırladığı için, konut piyasasının ve benim dengemi bozuyor. Kaldı ki, bu yazıda deprem ve depreme dayanıklı konut konusuna değinmeyeceğim.

Aslında bu durum sadece bize özgü de değil. Pek çok ülkede boş ev konusu barınma sorununun bir ögesi olarak gündemde. Ekonomi ve İş birliği Örgütü’nün (OECD) 2022 yılınsa sunmuş olduğu rapora göre, boş ev oranı en fazla olan ülkelerin başında: Malta, Japonya, Kıbrıs, Macaristan, ABD, Finlandiya, Şili, Slovenya, Slovakya, Avustralya, İrlanda ve Kanada geliyor. Boş konut oranının en düşük olduğu ülkeler ise İngiltere, İzlanda, İsviçre. Raporda bu konuyla ilgili tüm ülkelerden veri alınamadığı, dolayısıyla incelemede tüm ülkelerin olmadığı notu düşülmüş. Sanırım bu nedenle OECD’nin listesinde Türkiye bulunmuyor.

Boş evlerin, şehirlerdeki barınma sorununu artırmasına karşı kimi ülkeler çeşitli önlemler alıyorlar. Örneğin Kanada’nın dünyadaki en kârlı emlak yatırım pazarlarından biri  olan Vancouver eyaletinde 2017 yılında alınan bir kararla 6 aydan fazla boş kalan ve bununla ilgili özel bir gerekçe sunmayan evlere, yıllık olarak o evlerin değerinin yüzde 1’i kadar bir vergi ödeme zorunluluğu getirilmiş. Bu oran daha sonra yüzde 3’e yükseltilmiş. Böylece üç yıl içerisinde boş ev sayısında düşüş gözlenmiş. Öte yandan, eyalette bu uygulamanın dışında bir boş ev vergisi daha bulunuyor, konut alan yabancılar için yüzde 15’lik bir vergi zorunluluğu getirilmiş. Avustralya’da, Hollanda’da, Almanya’da, İngiltere’de, İspanya’da, Fransa’da kısaca dünyanın pek çok ülkesinde de benzer uygulamalar, ciddi cezai yaptırımlar var. Bunlardan en çok ilgimi çeken İspanya’nın Barcelona şehrinde yerel yönetimin, tüm bu cezaların yanı sıra boş bırakılan evlere, sosyal konut olarak kullanmak üzere geçici el koyması oldu.

Ardı sıra, hızla inşa edilen sitelerde boş dairelerin sayısal fazlalığı, bunların yatırım amacıyla alınmış evler olduğunu düşündürüyor. Fikrimce, konut kriziyle baş edebilmek için ülkemizde de önlemlerin acilen uygulanması, yasal değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç var. Dünyadaki örneklerde olduğu gibi bizde de hükümet ile yerel yönetimlerin bu konuda birlikte hareket etmesi gerekiyor. Yerel Seçimlerde aday olacak kişilerin eminim bu konu ile ilgili çalışma ve projeleri de mevcuttur. Bekleyelim, görelim.

Perşembe, 22 Mayıs 2025 / Yayınlanan Arkeoloji ve Hafıza, Son Eklenenler
İnsanlık, varoluşundan itibaren hikayelere ihtiyaç hissetmiştir. Tarihöncesi insanların mağaralarında çizdikleri av sahneleriyle eş zamanlı olarak başlayan bu anlatı geleneği, bugün dijital ve sanal platformlara kadar uzanmıştır. Ancak hikayelerin sadece eğlence aracı olmadığını, aynı zamanda kültürel mirasımızın temelini ve insan psikolojisinin özünü oluşturduğunu görmekteyiz. Hikayelerin büyüsü, bizi bilinmeyene doğru yönlendirirken, aynı zamanda bizi bir arada tutan bir güç olmuştur. Sizce, insanlık hikayeler olmadan nasıl bir dünya kurardı?

İnsanlık, varoluşundan itibaren hikayelere ihtiyaç hissetmiştir. Tarihöncesi insanların mağaralarında çizdikleri av sahneleriyle eş zamanlı olarak başlayan bu anlatı geleneği, bugün dijital ve sanal platformlara kadar uzanmıştır. Ancak hikayelerin sadece eğlence aracı olmadığını, aynı zamanda kültürel mirasımızın temelini ve insan psikolojisinin özünü oluşturduğunu görmekteyiz. Hikayelerin büyüsü, bizi bilinmeyene doğru yönlendirirken, aynı zamanda bizi bir arada tutan bir güç olmuştur. Sizce, insanlık hikayeler olmadan nasıl bir dünya kurardı?

Gözlerimizi kapattığımızda, binlerce yıl önceki mağara duvarlarında çizilen av sahneleriyle birlikte canlanan sözlü geleneğin modern zamanlarda Netflix dizilerine kadar uzandığını görmek, insanın doğasında yer alan bir süreklilik olduğunu hatırlatır bize. Gılgamış Destanı gibi binlerce yıl öncesine uzanan eserler, hala etkileyici bir şekilde bize seslenir. Bu destan, sadece kahramanlık ve zafer hikayesi olarak değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, dostluğun ve acıların derinliklerine inen bir yolculuğun da öyküsüdür. Efsaneler ve masallar aracılığıyla, geçmişten gelen bilgelikler ve insan deneyimleri, bugünümüzü, yarınlarımızı şekillendirir. Edebiyat teorisyenleri, hikâye anlatımının evrimsel olarak önemli bir işlev gördüğünü ileri sürerler. İnsanların topluluklar halinde yaşamaya başladığı dönemlerde, hikayeler sosyal normları ve iş birliğini güçlendiren araçlar olarak işlev görmüş olabilir. Bu anlatılar, grup içinde dayanışma duygusunu pekiştirmiş ve ortak amaçlar için birlikte çalışma yeteneğini güçlendirmiştir. Hikayeler, sadece eğlenceli anlatılar değil, aynı zamanda insanın ruhsal ve duygusal dünyasını derinlemesine keşfettiği, kimliğini ve varoluşunu sorguladığı bir alan sağlar. Mitolojik figürlerin çekişmeleri, kahramanların içsel mücadeleleri ve aşkların ateşi, insanın iç dünyasının zengin bir aynasıdır. Beynimiz, hikâye anlatımı sırasında farklı senaryoları simüle etme ve sosyal ilişkileri daha derinlemesine anlama yeteneği kazanır. Bu da kendimizi, başkalarının yerine koyarak empati kurmamızı sağlar ve toplumsal bağları güçlendirir. dünyada çeşitli kültürlerde anlatılan efsaneler ve mitolojik öyküler, insanların ortak duygularını ve evrensel insan deneyimlerini paylaşmalarını sağlar. Bu tür hikayeler, insanların kendi yaşamlarını anlamlandırmalarına ve toplumlarıyla olan bağlarını güçlendirmelerine yardımcı olur. Örneğin, Anadolu mitolojisinde yer alan “Kerem ile Aslı” destanında ;  Kerem ile Aslı’nın hikayesi, aşkın gücü, sevginin zorlukları aşma kapasitesi ve insanın içsel çatışmaları gibi evrensel temaları işler. Bu destan, Anadolu kültüründe önemli bir yer edinmiş olup, insanların birbirlerine duydukları sevgi ve bağlılığı anlamlandırmalarına, aynı zamanda toplum içindeki değerleri ve ahlaki normları güçlendirmelerine katkıda bulunur.

Arkeolojik buluntular da, insanların sadece fiziksel ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda duygusal ve toplumsal bağlarını da nasıl güçlendirdiğini göstermektedir. Örneğin, Türkiye’deki Göbekli Tepe gibi arkeolojik yerleşimler, binlerce yıl önce inşa edilen karmaşık yapılar ve ritüeller aracılığıyla insanların ortak bir kültürel miras oluşturduklarını göstermektedir. Bu yapılar, toplumların nasıl örgütlendiğini ve toplumsal normların nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olur.Sosyolojik açıdan, hikayeler toplumların kimliklerini ve değerlerini yansıtır. Örneğin, Türkiye’de destanlar ve masallar, geçmişten gelen kültürel değerleri ve toplumsal normları günümüze taşır. Köroğlu’nun cesareti ve Nasreddin Hoca’nın mizahi tavrı gibi figürler, Türk toplumunun direniş ruhunu ve mizah anlayışını simgeler. Bu hikayeler, bir topluluğun ortak bir geçmişi ve geleceği paylaşma ihtiyacını vurgular ve toplumsal birliği güçlendirir.

Dünya genelinde, modern zamanlarda hikâye anlatımı dijital platformlar üzerinden daha geniş kitlelere ulaşmaktadır. Netflix gibi platformlar, farklı kültürlerden gelen hikayeleri izleyicilerle buluşturarak küresel bir hikâye anlatma ağı oluşturur. Bu, insanların farklı perspektiflerden bakma ve kültürel çeşitliliği anlama fırsatı bulmalarını sağlar.Hikâye anlatımının gücü, insanlığın kolektif belleğini ve kültürel kimliğini şekillendirme kapasitesini gözler önüne serer. Her bir hikâye, geçmişten günümüze taşınan bir miras gibi, insanların ortak deneyimlerini ve duygularını paylaşmalarına olanak tanır. Anadolu’dan Hollywood’a, dünyanın dört bir yanında insanlar kendilerini hikayeler aracılığıyla ifade eder ve başkalarının dünyasına dokunurlar. Bu sebeple, hikayelerin sonsuz evrimi ve etkisi, insanlığın temel varoluşsal ihtiyaçlarına bir cevap sunar: Anlam arayışı ve bağlılık

Pazartesi, 19 Mayıs 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Toplumsal Algı ve Temsil
Yorucu bir senenin ardından gelen güneşli yaz günlerinin belki de en güzel yanıdır, tatile çıkmak. Doğanın huzur verdiği bir sahilde, sere serpe uzanıp yerlere, buz gibi bir içeceği yudumlamanın düşüncesi bile mutlu eder kişiyi. Öyle ya; biraz da vuslattır tatil. Insanın kendine, özüne dönme şansı bulduğu; özlediklerini yapmayı planladığı, mecburiyetsiz anların toplamıdır, üstelik telaşsızdır.

Yorucu bir senenin ardından gelen güneşli yaz günlerinin belki de en güzel yanıdır, tatile çıkmak. Doğanın huzur verdiği bir sahilde, sere serpe uzanıp yerlere, buz gibi bir içeceği yudumlamanın düşüncesi bile mutlu eder kişiyi. Öyle ya; biraz da vuslattır tatil. Insanın kendine, özüne dönme şansı bulduğu; özlediklerini yapmayı planladığı, mecburiyetsiz anların toplamıdır, üstelik telaşsızdır.

Uzun bir yaz tatili var önümüzde. Hepimiz rutin çalışmalarımıza ara verip kendimizi dinlendirip, eğlenmeyi düşlüyoruz. Bir yandan yaşam şartlarını küçücük omuzlarına sığdırmaya çalışan yorgun çocuklarımızı mutlu etme arzusu, diğer yandan stresten uzaklaşmak ve yeniden enerji toplamak için duyduğumuz ihtiyaç… Bir olup gerçeklikle, şelalelerden akmak, ruhumuzu arındırarak belki denizin mavisine belki yeşile, çiçeklere karışmak; renklenmek istiyoruz. İçimiz başka kültürleri ve yerleri keşfetme, yeni insanlarla tanışma ve dünyayı daha geniş bir perspektiften görme heyecanıyla kıpır kıpır.

Doğrusu, çocukların tatillerini değerlendirme imkanları ile ilgili bir yazı yazacaktım size.

Ancak, yaşadığımız günlerde çoğumuzun tatil planlarımızı finansal olarak destekleyecek kaynaklara sahip olmadığımızı düşündüm. Tatil maliyetleri yüksek, ulaşım ve otel fiyatlarına gelen zamlar, alım gücünün her geçen gün düşmesi nedeniyle yazık ki, çoğumuzun bunları karşılaması mümkün görünmüyor.

Çoğumuzun tatile çıkmak için yeterli parası yok İstatistikler ise son yıllarda tatile gidemeyen aile sayısındaki artışları gösteriyor. Yapılan araştırmalara göre hane halkı sayısı arttıkça tatile gidememe oranları da artmakta.

Geçmiş yıllarda en azından köylerine, memleketlerine gidebildiklerini anlatan aileler, bu sene bunun da mümkün olmadığını ifade ediyorlar. Yazı evinde geçirmeyi planlayan pek çok aile benzer durumda olduklarını ve evde kalsalar bile geçinmenin giderek zorlaştığını anlatıyorlar.

Görünen o ki; bazılarımız hayal kırıklığı dolmuş imkansız gözbebekleriyle, gidenlerin ardından bakakalacak. Bu yaz da hepimizin hakkı olan tatil, bir ayrıcalık gibi sadece imkanı olanlarca yaşanacak.

Elektrik faturasını düşünmesem “Neyse ki klima var!” diyeceğim ama ona da dilim varmıyor. Bari denizleri doldurup üzerine bina yapmayın, ağaçları kesmeyin, göz boyamak ya da eş-dosta haksız paralar kazandırmak için yetiştiremeyeceğiniz bitkileri şehrin ortasına dikmeyin Kısaca: şehirlerimizi betonlaştırmayın. Kendi şartlarımızda mutlu olup, nefes alabilmek için güvenli yeşil alanlara ve stres yükünü azaltabilmemiz için doğaya ihtiyacımız var. Yerel seçimler de yaklaşmışken, bilmem anlatabildim mi?

Kadın, Dünya’da ve Türkiye toplumunda oldukça önemli sorumluluk ve görevler üstlenirken, her açıdan kadınları ön plana almakta hakkettiği yeri bulmakta ve değeri elde etmekte oldukça zorlanmakta ve özellikle kadınların daha korunması gerektiği düşünülen Türkiye vb. toplumlarda hayatın içine katılan kadın sayısı oldukça sınırlı kalabilmektedir.

Türkiye’de Kadın Olmak

Kadın, Dünya’da ve Türkiye toplumunda oldukça önemli sorumluluk ve görevler üstlenirken, her açıdan kadınları ön plana almakta hakkettiği yeri bulmakta ve değeri elde etmekte oldukça zorlanmakta ve özellikle kadınların daha korunması gerektiği düşünülen Türkiye vb. toplumlarda hayatın içine katılan kadın sayısı oldukça sınırlı kalabilmektedir.

Tarihe baktığımızda aslında Türk kadınına Batılı kadından önce bile siyasi ve sosyal hakların ve en temel özgürlüklerin verildiği görülmektedir. Ancak buna rağmen günümüz Türk toplumundaki süreçlere baktığımızda, kadınların kendilerine tanınan hak ve özgürlüklerin kapsamını anlayıp anlamadıkları konusunda hep imtihan edildiğini görüyoruz. Bahsettiğimiz kadınların korunması bakış açısı Türk toplumunda olduğundan bir nebze kadınların hala çocuk gibi görülmesine ve aslında toplumda sürekli kontrol altında tutulması bakış açısına sebep olabilmektedir. Bu durum gerek eşlerinden gerek aile üyelerinden (Anne, baba, abi, kardeş, vb.) kaynaklandığı görülmekte ve kadınlar toplum içinde sınırlı sayıda etkin olabilmektedir. Tarihte ’de bunun örneği olarak; İlk kadın milletvekilleri, kadınların “kadın-çocuk” olarak görüldüğünü doğrulayan “Cumhuriyet kızları” olarak adlandırılmıştır. Böylece, Devletin otoriter ve eril gücünün kadına kendisi için değil, doğru olanı dikte ettiğini görebiliriz. Kadının toplumsal rolünü ailenin annesine indirgendiğini ve onları pasif, kocalarına tabi, sosyal projenin izleyicileri olarak görmek istenmektedir.

Siyasi partilerde kadının vizyonu

Günümüzde ne kadar çok siyasi partiler kadınları partilerinde daha etkin göstermek isteme imajı verse de aslında görünene bakıldığında Kadın bakan veya milletvekili sayısının oldukça az olduğu sadece Türkiye değil tüm Dünya’da da gözlemlenmektedir.

Bu gözlemlerden hareketle, erkeklerin kendi aralarında, ülkelerin kaderini belirlemeye yönelik hegemonyaları ile kadınların önemli roller üstlendiği fikrini ortaya koymak mümkündür. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet meselelerinin yaygın bir şekilde siyasallaştığını görmekteyiz. Giderek muhafazakarlaşan ve eril mevcut toplumsal durumlarda özellikle kadınların “feminist” siyaset yapma şansları olur mu yoksa izleyecekleri siyaseti, etnik düzenin kimlik iddiaları için verilen mücadelenin sınırları mı bu düzeni belirlemektedir?

Psikanalitik açıdan toplum, siyaset ve Kadın

Siyaset sorunsalının teorik meşruiyetini Freud’cu söylemde doğru bir şekilde yerleştirmek için, Freud’un sözde toplumsal ve kültürel metinleri konusunda hem teorik hem de metodolojik nitelikte bazı ön yorumlar yapmak gerekebilir. Freud’un sözde sosyal ve kültürel metinlerinin yayınlandığı tarihlere hızlıca göz atmak, bunu kanıtlamak için yeterlidir. Dürtü, bilinçdışı ve aktarımın kayıtlarıyla bakıldığında özellikle Dünya’da kadın siyasette bir obje mi gibi sunulmaktadır?

Freud’cu söylemin, Totem ve Tabu’nun ilk tezine kökten karşıt olarak yeni bir siyaset okuması geliştirdiğini doğrulamak etkili bir şekilde mümkündür. Siyaset aslında hem savaş zamanlarında hem de barış zamanlarında, tüm insani sosyal bağlara nüfuz ederek, insanlar arasındaki ilişkilerde her zaman mevcut olacaktır. Ne disipline edilebilir ne de evcilleştirilebilir olan meta psikolojik dürtü figürü, insanın bir kitle hayvanı değil, sürü hayvanı olduğunu açıkça gösterir ve bu siyasette de kitle psikolojisinin etkisinin günümüzde ortaya koyduğunu gözlemleyebilmekteyiz. Bunları siyasetle, kadın ve günümüz toplumları ile bağdaştırdığımızda aslında hepimiz dürtülerimiz ve bilinçdışımız ile hareket ederek siyasi toplumların içinde tutunmaya çalışmıyor muyuz dersiniz?

Salı, 13 Mayıs 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyoloji
Başımı ne yana çevirsem onları görüyorum. Sırtlarında boylarından büyük çuvallarla yürüyorlar. Kirlenmiş ruhlarımızın karalığını taşıyorlar yüzlerinde. Çöpleri karıştırıyorlar, minicik parmaklarıyla mendil uzatıyorlar kimi zaman da su. Hatta birini tanıyorum içlerinde. Sokak köpekleriyle beraber tekmeleyip dükkândan atıyor arada ustası. Henüz on yaşında. Atılmadığı zamanlarda sanayide çalışıyor gündüzleri geceleri  de kitap satıyor alkollü mekanlarda. Şehrin yorgun bacaklarıyla yürüyor sokaklarda. Bacakları titriyor. Bacakları taşımıyor minik bedenin ağır yükünü. Caddenin ortasına atlıyor meydan okurcasına ölüme sonra, hepsi bir bozukluğa silmek için arabanın camlarını. Sahi siz de gördünüz mü onları? Kaç bozukluğa aldınız çocukluklarını? Peki ya ayakları? Ayaklarına baktınız mı hiç? İster yol kenarındaki tarlada ister metropolün ortasında olsunlar, çırılçıplak suistimale açık ayaklarına? Gördünüz mü onları, sadece acıdınız mı yoksa? İşçi çocuklardan bahsediyorum. Yüreğiniz kanadı mı hiç, ölüm haberini okurken bir sayfada? Çocuk Bayramını kutladınız mı bir çocuğun ayakkabınızı boyatarak. Okula giden yaşıtlarını, güzel elbiseler giyen ve çalışmak zorunda olmayan yaşıtlarını izlerken gözlerindeki hüznü minik başını eğdiği boya sandığına akıyordu. Görmek için baktınız mı? Bakmadıysanız bugün denemenizi öneririm.

Başımı ne yana çevirsem onları görüyorum. Sırtlarında boylarından büyük çuvallarla yürüyorlar. Kirlenmiş ruhlarımızın karalığını taşıyorlar yüzlerinde. Çöpleri karıştırıyorlar, minicik parmaklarıyla mendil uzatıyorlar kimi zaman da su. Hatta birini tanıyorum içlerinde. Sokak köpekleriyle beraber tekmeleyip dükkândan atıyor arada ustası. Henüz on yaşında. Atılmadığı zamanlarda sanayide çalışıyor gündüzleri geceleri  de kitap satıyor alkollü mekanlarda. Şehrin yorgun bacaklarıyla yürüyor sokaklarda. Bacakları titriyor. Bacakları taşımıyor minik bedenin ağır yükünü. Caddenin ortasına atlıyor meydan okurcasına ölüme sonra, hepsi bir bozukluğa silmek için arabanın camlarını. Sahi siz de gördünüz mü onları? Kaç bozukluğa aldınız çocukluklarını? Peki ya ayakları? Ayaklarına baktınız mı hiç? İster yol kenarındaki tarlada ister metropolün ortasında olsunlar, çırılçıplak suistimale açık ayaklarına? Gördünüz mü onları, sadece acıdınız mı yoksa? İşçi çocuklardan bahsediyorum. Yüreğiniz kanadı mı hiç, ölüm haberini okurken bir sayfada? Çocuk Bayramını kutladınız mı bir çocuğun ayakkabınızı boyatarak. Okula giden yaşıtlarını, güzel elbiseler giyen ve çalışmak zorunda olmayan yaşıtlarını izlerken gözlerindeki hüznü minik başını eğdiği boya sandığına akıyordu. Görmek için baktınız mı? Bakmadıysanız bugün denemenizi öneririm.

Aslında çocukların çalıştırılmasının çok eskilere dayandığı; hatta tarihin her döneminde çocukların çalışma hayatında yer aldığı görülmekte. Kısaca özetlemek gerekirse; Tarihöncesi dönemin başlarında (Paleolitik) çocuklar; avlanma, balık tutma ve hayvanları kapanla yakalama uğraşlarında bulunmuşlar; yerleşik düzene geçilmesiyle birlikte (Neolitik); ormanlarda, tarlalarda, ürünlere ve hayvanlara bakılmasında aile büyükleriyle birlikte çalışmışlardır. İnsanlık tarihinin dönüm noktası olarak kabul edilen Endüstri Devrimi’nden önce de çocukların çalıştığını görüyoruz. Ve sonrasında kırsal bölgede tarımla geçimlerini sağlayan aileler ya da kentlerin çevresinde faaliyet gösteren küçük işletme sahipleri varlıklarını koruyamayarak dağıldıklarında fabrikalara işçi olarak başvurmuşlar. Bu iş başvurusunda bulunanların büyük bir bölümünü ise çocuklar oluşturmuş. Bu aşamadan sonra da çocuk çalışması, çocuk işçiliğine dönüşmüş

BM Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), çocuk işçiliğini “Çocuğun yaşına ve işin türüne bağlı olarak, minimum çalışma saatini aşan ve çocuğa zararlı olan iş” olarak tanımlıyor. Aslında bu çocukların okulda değil de tarlada, sanayi de ya da sokakta başka işler yapıyor olması ne onların ne de onların ailelerinin bilinciyle ilgili bir mesele değil. Çocuk işçiliğinin yoksulluk, eğitim masraflarının yüksek olması ve bazı ailelerin eğitimi gereksiz görerek, çocuklarının erken yaşlarda çalışma hayatına atılmalarının tercih etmeleri, mevzuatlardaki eksiklikler ve işverenlerin çocuk iş gücü talebi gibi nedenleri var. Örneğin gezici ve geçici tarım işleri var, bunlar yaptıkları işin gelir getirmesi için bütün aile emeğinin devreye sokmak zorunda. Bu durum ise bilinçle ilgili değil, tamamen hayatta kalma meselesi. Bazı aileler için çocuklarını okula göndermek hala lüks çünkü. Onlar da çocuklarını okula göndermeyi biliyorlar ama maddi koşulları buna el vermiyor. Çocuk İşçiliği ile Mücadelede yapılması gereken şey bence bilinçlendirmek ya da farkındalık yaratmak değil; insanların temel yaşam koşullarını oluşturabilecek bir mekanizmaların hayata geçirilmesi olmalı.  Çünkü bu sorun farkındalıklarla değil eşitsizliklerin giderilmesi ile çözülebilir. Çözülmesi de gerekir. Zira, çocuk işçiliği geçekte suistimaldir, istismardır. Elbette, korunmasız ve güvencesiz bir şekilde çalışan işçi çocukları korumak öncelikli olarak devletin görevidir. Ancak, bu alanda mücadele etmek de hepimizin, insanlığın, insan yanımızın çocuklara borcudur.