Göç, yalnızca adımların yön değiştirmesi değil; insanın, kendi içine doğru yaptığı en uzun yolculuktur belki. Bazen bir valizin içine sığmayan geçmişle, bazen bir dilin kıyısında donup kalmış cümlelerle başlar. Ve her göç, bir anlatıdır; kimi zaman kırık dökük bir ağıt, kimi zaman yeniden yazılan bir masal… Edebiyat, göçün susturamadığı sesi olur. İçimizden taşan, ama dışımızda yankı bulamayan o kırık sesten doğar cümleler. Tıpkı bir nehir gibi, farklı coğrafyalardan akar; ama sonunda aynı denize, insan kalbine varır.

Birbirine Akan Nehirler: Edebiyat ve Göç

“Yitirilmiş bir ülkeyim ben, sürgünler geçmiş içimden…”
Murathan Mungan

Göç, yalnızca adımların yön değiştirmesi değil; insanın, kendi içine doğru yaptığı en uzun yolculuktur belki. Bazen bir valizin içine sığmayan geçmişle, bazen bir dilin kıyısında donup kalmış cümlelerle başlar. Ve her göç, bir anlatıdır; kimi zaman kırık dökük bir ağıt, kimi zaman yeniden yazılan bir masal… Edebiyat, göçün susturamadığı sesi olur. İçimizden taşan, ama dışımızda yankı bulamayan o kırık sesten doğar cümleler. Tıpkı bir nehir gibi, farklı coğrafyalardan akar; ama sonunda aynı denize, insan kalbine varır.

Vladimir Nabokov’un kelimeleri, sürgün acısıyla yoğrulmuş bir hafızanın puslu aynası gibidir. Solgun Ateş’te, yerinden edilmiş bir benlik, dilin labirentlerinde kaybolur. Çünkü göç, en çok da dili yorar; sözcüklerin altı boşalır, cümleler köksüzleşir.
Amin Maalouf’un Semerkant’ında ise göç, bir zaman kaymasıdır. Ne tam geçmişte ne bugünde; bir belirsizliktir yaşamak, boşlukta salınmaktır kimlik.

Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi, göçün sadece insana değil, toprağa da dokunan yönünü anlatır. Göçen yalnızca insanlar değildir; masallar, efsaneler, dağlara sinmiş diller de yer değiştirir. Göç, bazen bir halkın hafızasını yerinden eden nehirdir.

Ve Jhumpa Lahiri… Kadınlarının sesi yoktur ama suskunlukları yankılanır. Yabancı bir ülkede, yabancı bir evde, yabancı bir aynada kendini tanımaya çalışan o kadınlar, göçün görünmeyen yüzünü taşırlar içlerinde: Aidiyetin suskun sorgusu.

Bir başka güçlü ses: Edwidge Danticat. Brother, I’m Dying’de, göç sadece bir kurtuluş değil; geride kalanların hayaletiyle yaşanan bir vicdan azabıdır. Göç bazen yaşamak değil, hayatta kalmaktır. Ve hayatta kalmak, anlatmayı gerektirir yoksa insan, kendi içinden silinir.

Göç, edebiyat için bir tema değil; bir varoluş biçimidir. Göçmen yazar, kelimelerle ikinci bir vatan kurar kendine. Her harf, kaybedilen bir evin taşlarıdır artık. Her cümle, yeni bir yuvanın temeli olur, belki. Bu yüzden, göç edebiyatı sadece kayıpların değil, buluşmaların da hikâyesidir. Farklı diller, farklı acılar, farklı umutlar bu edebi nehirde birbirine karışır. Sular bulanır zaman zaman, ama o bulanıklıkta hakikat parlar. Okur, o nehirde hem başkasını tanır hem kendine rastlar.

Göçün sesi çok dilli, çok katmanlı, çok derindir. Bir çocuğun ilk yabancı kelimesinde, bir annenin göz kapaklarına sinmiş uzaklarda; bazen bir tren biletinde, bazen de kimliği unutulmuş bir mezar taşında yankılanır. Ve edebiyat, bu yankının belleğidir. Nihayetinde edebiyat da bir göçtür: Kelimeler bir dilden ötekine, anlamlar bir kalpten diğerine göç eder. Ve biz, her iyi metinde biraz daha evimize yaklaşır, biraz daha içimizde kayboluruz. Hiçbir yer artık yuva değildir ama her kelime, biraz sığınaktır…