Arkeolojik bulgular ve toplumsal hafıza çalışmaları

Çarşamba, 18 Haziran 2025 / Yayınlanan Arkeoloji ve Hafıza, Son Eklenenler
Şehrine sahip çıkmayan bir toplumun parçası olmanın acizliği ve acısı içinde atıyorum adımlarımı. Sahi, doğa bizi neden böylesi korkutuyor? Yaşanan sel ve deprem gibi afetlerin ardından küçük bir çocuk gibi ağlayan yüreklerimiz nasıl da çabuk susuyor, unutuyor, gülümseyebiliyor? Hayat devam ederken öylece yürüyorum, kalabalıkların arasına…Nasıl yaşadığımıza bakıyorum.

Şehrine sahip çıkmayan bir toplumun parçası olmanın acizliği ve acısı içinde atıyorum adımlarımı. Sahi, doğa bizi neden böylesi korkutuyor? Yaşanan sel ve deprem gibi afetlerin ardından küçük bir çocuk gibi ağlayan yüreklerimiz nasıl da çabuk susuyor, unutuyor, gülümseyebiliyor? Hayat devam ederken öylece yürüyorum, kalabalıkların arasına…Nasıl yaşadığımıza bakıyorum.

Koca şehirde yer yokmuşçasına ilçelerde 8-9 kat, şehir merkezinde 12-15 kata yükselen binalarda nasıl yaşadığımıza bakıyorum.  Şehirlerin benliğini yok ederek yaratılan yeni görünümlerine, çirkin beton yüzlerine alışmak söylemlerde mümkün değil. Ancak, pratikte Devlet “Deprem bölgesi olan şehirlerde bu kadar kat çıkamazsın” demiyor, bizler de “Ben bu apartmanda oturmam” demiyoruz. Konutların satıldığını gören inşaat firmaları ve müteahhitler daha yüksek ve çirkin bina yapma yarışına girmiş gibiler. El birliği ile an be an ölüyoruz.

Benimle yaşıt bir karar var oysa. Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansında, kalkınma ve sanayileşme politikalarının doğurduğu çevresel sorunlara dikkat çekmek için 5 Haziran tarihi, “Dünya Çevre Günü” ve 5 Haziran sonrası devam eden hafta da “Dünya Çevre Haftası” olarak kabul edilmiş.  Kutup bölgelerinden yağmur ormanlarına, Amerika`dan Asya`ya kadar, dünyanın dört bir yanında etkileri ortaya çıkan, tüm canlı varlığını tehdit eden felaketler yaşanırken; bu felaketlerin esas kaynağı olan insanlar çeşitli etkinlik ve somut olmayan söylemlerle kutlama yapacaklar. Enerji  politikalarından kaynaklanarak çığ gibi büyüyen karbon salınımı atmosferde tehlike çanlarının çalmasına neden olurken, yapımına devam edilen nükleer santraller, artan kimyasal atıklar, kentlerin beton yığınlarına çevrilmesi, yeşil ve sulak alanların yok edilmesi, tarım alanlarının yapılaşmaya açılması, insan dahil olmak üzere birçok canlıyı, çevreyi ve kültür varlıklarını katleden çatışmalar, savaşlar, yeni çevre sorunlarına neden olacak uygulamalar ve daha birçok neden yok oluşumuzu hızlandırırken neyin kutlanılacağı ya da kutlamaların samimiyeti ise bana göre tam bir muamma.

.

Ülkemizi ve çevreyi birer “rant” aracı olarak gören anlayışa ancak bilim ve eğitimle karşı çıkılabileceğini hatırlatmak isterim. Çevre, doğa ve yaşam alanlarının talan edilmesine karşı

doğal hayatın, tarihin ve kültürel varlıkların korunmasının; sürdürülebilir çevre politikalarının uygulanmasının yolu elbette önce vicdan ve samimiyetten sonra da farkındalık ve eğitimden geçiyor. Çarpık kentleşmeye son vermek, Toplu taşımaya yönelmek, Orman yangınlarına karşı önlem almak, Suları kirletmemek, Toprak erozyonuna karşı tedbir almak, Bilinçsiz ilaçlama ve gübrelemenin önüne geçmek, inşaatlar yapılırken yeşil alan kısmına önem vermek, Geri dönüşümü günlük yaşamımızın parçası haline getirmek de yapılabilecek şeylerden bazıları.

Çevreyi kendi yararı için kullanan çıkar çevrelerinin bir parçası olmak: insanla birlikte tüm canlıların yaşamını tehdit etmek demektir ki; içinde mutlaka sevdikleriniz de vardır… Dünya Çevre Gününüz Kutlu Olsun, çıkar çevreleri hariç!

Barınma sorunu sadece ülkemizde değil, dünyada da gündemde olan bir konu. Bir yandan kiracılar ile ev sahipleri arasında yaşanan tatsız olaylara tanıklık ediyor, diğer yandan sahil kenarında viskisini yudumlayan sonradan görmelerin maddi yarışlarını izliyorum. “Şekerim, biz de geçenlerde oradan bir daire aldık”.  Kiracı olmanın çilesi bitmez. Eşyaları yeni yerleştirmişken ansızın toplamak zorunda kalmak; alıştığın çevreyi kendi isteğinin dışında bırakmanın can sıkıcılığı bir yana elinde avucunda duran tüm parayı taşınma masrafına harcamak, yeni bir ev aramanın beyin olarak ve bedenen verdiği yorgunluk, üstelik bunun son kez yaşanmadığını da bilmektir kiracı olmak. Hayat boyu çalışıp kendine ait dört duvar alamamanın çaresizliğidir, ev sahibinin ağzından çıkacak bir rakam ile hayatını sil baştan düzenlemek, can kırıklarına cam kırıkları da eklenmesin diye eski bir alışkanlıkla gazete kağıtlarını ve karton kolileri istemsizce biriktirmektir.  Kiracılığı da ev sahipliğini de yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki; biz eskiden evleri barınma amaçlı olarak kullanırdık. Şimdi karşımda üç beş sonradan görme aldıkları daireleri sosyal statü adına kartvizit olarak kullanıyorlar. Sahi, ne üretir bunlar? Ne üretirler de bizlerin çalışarak, emek harcayarak ömür boyu sahip olamadığımız ya da şans eseri sahip olduğumuz evlerle oynarlar? Eskiden üretmeyen ve hayatında maddiyattan başka bir beklentisi olmayan, elleri nasır tutmamış, uykusuzluktan gözleri ayakları şişmemiş, pahalı parfümleri ve dudak boyaları ile hiç canı yanmamış gibi duran bu kadınlara “oyuncak bebek” gözüyle bakardım. Şimdi görüyorum ki, onlar şehirleri lunapark yapmış ve oynuyorlar. Şehirlerde duran yüzbinlerce boş ev… Öte yandan yatırım yaptıkları için onları suçlamaya hakkım var mı? Onu da bilmiyorum. Tek bildiğim Barınmanın hala insan haklarından biri olduğu.

Barınma sorunu sadece ülkemizde değil, dünyada da gündemde olan bir konu. Bir yandan kiracılar ile ev sahipleri arasında yaşanan tatsız olaylara tanıklık ediyor, diğer yandan sahil kenarında viskisini yudumlayan sonradan görmelerin maddi yarışlarını izliyorum. “Şekerim, biz de geçenlerde oradan bir daire aldık”.  Kiracı olmanın çilesi bitmez. Eşyaları yeni yerleştirmişken ansızın toplamak zorunda kalmak; alıştığın çevreyi kendi isteğinin dışında bırakmanın can sıkıcılığı bir yana elinde avucunda duran tüm parayı taşınma masrafına harcamak, yeni bir ev aramanın beyin olarak ve bedenen verdiği yorgunluk, üstelik bunun son kez yaşanmadığını da bilmektir kiracı olmak. Hayat boyu çalışıp kendine ait dört duvar alamamanın çaresizliğidir, ev sahibinin ağzından çıkacak bir rakam ile hayatını sil baştan düzenlemek, can kırıklarına cam kırıkları da eklenmesin diye eski bir alışkanlıkla gazete kağıtlarını ve karton kolileri istemsizce biriktirmektir.  Kiracılığı da ev sahipliğini de yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki; biz eskiden evleri barınma amaçlı olarak kullanırdık. Şimdi karşımda üç beş sonradan görme aldıkları daireleri sosyal statü adına kartvizit olarak kullanıyorlar. Sahi, ne üretir bunlar? Ne üretirler de bizlerin çalışarak, emek harcayarak ömür boyu sahip olamadığımız ya da şans eseri sahip olduğumuz evlerle oynarlar? Eskiden üretmeyen ve hayatında maddiyattan başka bir beklentisi olmayan, elleri nasır tutmamış, uykusuzluktan gözleri ayakları şişmemiş, pahalı parfümleri ve dudak boyaları ile hiç canı yanmamış gibi duran bu kadınlara “oyuncak bebek” gözüyle bakardım. Şimdi görüyorum ki, onlar şehirleri lunapark yapmış ve oynuyorlar. Şehirlerde duran yüzbinlerce boş ev… Öte yandan yatırım yaptıkları için onları suçlamaya hakkım var mı? Onu da bilmiyorum. Tek bildiğim Barınmanın hala insan haklarından biri olduğu.

Ancak, emlak piyasasındaki gelişmelerle birlikte barınmanın sorun olması da git gide büyüyor. Emlak, güvenli bir yatırım aracına dönüşmüş durumda. Bu nedenle de yatırımcılar evleri, onların içinde oturmak için satın almak isteyenlere karşı daha yüksek fiyat teklifi verebiliyorlar. Bu da konut satış fiyatlarını yükseltip konut bulmayı zorlaştırıyor; kira fiyatlarının artmasına neden oluyor. Bu durumda şehirlerde yüzlerce binlerce boş evin bulunması ve çoğunun da yatırım amacıyla alınmış ikinci, üçüncü, beşinci evler olması konut erişimini sınırladığı için, konut piyasasının ve benim dengemi bozuyor. Kaldı ki, bu yazıda deprem ve depreme dayanıklı konut konusuna değinmeyeceğim.

Aslında bu durum sadece bize özgü de değil. Pek çok ülkede boş ev konusu barınma sorununun bir ögesi olarak gündemde. Ekonomi ve İş birliği Örgütü’nün (OECD) 2022 yılınsa sunmuş olduğu rapora göre, boş ev oranı en fazla olan ülkelerin başında: Malta, Japonya, Kıbrıs, Macaristan, ABD, Finlandiya, Şili, Slovenya, Slovakya, Avustralya, İrlanda ve Kanada geliyor. Boş konut oranının en düşük olduğu ülkeler ise İngiltere, İzlanda, İsviçre. Raporda bu konuyla ilgili tüm ülkelerden veri alınamadığı, dolayısıyla incelemede tüm ülkelerin olmadığı notu düşülmüş. Sanırım bu nedenle OECD’nin listesinde Türkiye bulunmuyor.

Boş evlerin, şehirlerdeki barınma sorununu artırmasına karşı kimi ülkeler çeşitli önlemler alıyorlar. Örneğin Kanada’nın dünyadaki en kârlı emlak yatırım pazarlarından biri  olan Vancouver eyaletinde 2017 yılında alınan bir kararla 6 aydan fazla boş kalan ve bununla ilgili özel bir gerekçe sunmayan evlere, yıllık olarak o evlerin değerinin yüzde 1’i kadar bir vergi ödeme zorunluluğu getirilmiş. Bu oran daha sonra yüzde 3’e yükseltilmiş. Böylece üç yıl içerisinde boş ev sayısında düşüş gözlenmiş. Öte yandan, eyalette bu uygulamanın dışında bir boş ev vergisi daha bulunuyor, konut alan yabancılar için yüzde 15’lik bir vergi zorunluluğu getirilmiş. Avustralya’da, Hollanda’da, Almanya’da, İngiltere’de, İspanya’da, Fransa’da kısaca dünyanın pek çok ülkesinde de benzer uygulamalar, ciddi cezai yaptırımlar var. Bunlardan en çok ilgimi çeken İspanya’nın Barcelona şehrinde yerel yönetimin, tüm bu cezaların yanı sıra boş bırakılan evlere, sosyal konut olarak kullanmak üzere geçici el koyması oldu.

Ardı sıra, hızla inşa edilen sitelerde boş dairelerin sayısal fazlalığı, bunların yatırım amacıyla alınmış evler olduğunu düşündürüyor. Fikrimce, konut kriziyle baş edebilmek için ülkemizde de önlemlerin acilen uygulanması, yasal değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç var. Dünyadaki örneklerde olduğu gibi bizde de hükümet ile yerel yönetimlerin bu konuda birlikte hareket etmesi gerekiyor. Yerel Seçimlerde aday olacak kişilerin eminim bu konu ile ilgili çalışma ve projeleri de mevcuttur. Bekleyelim, görelim.

Perşembe, 22 Mayıs 2025 / Yayınlanan Arkeoloji ve Hafıza, Son Eklenenler
İnsanlık, varoluşundan itibaren hikayelere ihtiyaç hissetmiştir. Tarihöncesi insanların mağaralarında çizdikleri av sahneleriyle eş zamanlı olarak başlayan bu anlatı geleneği, bugün dijital ve sanal platformlara kadar uzanmıştır. Ancak hikayelerin sadece eğlence aracı olmadığını, aynı zamanda kültürel mirasımızın temelini ve insan psikolojisinin özünü oluşturduğunu görmekteyiz. Hikayelerin büyüsü, bizi bilinmeyene doğru yönlendirirken, aynı zamanda bizi bir arada tutan bir güç olmuştur. Sizce, insanlık hikayeler olmadan nasıl bir dünya kurardı?

İnsanlık, varoluşundan itibaren hikayelere ihtiyaç hissetmiştir. Tarihöncesi insanların mağaralarında çizdikleri av sahneleriyle eş zamanlı olarak başlayan bu anlatı geleneği, bugün dijital ve sanal platformlara kadar uzanmıştır. Ancak hikayelerin sadece eğlence aracı olmadığını, aynı zamanda kültürel mirasımızın temelini ve insan psikolojisinin özünü oluşturduğunu görmekteyiz. Hikayelerin büyüsü, bizi bilinmeyene doğru yönlendirirken, aynı zamanda bizi bir arada tutan bir güç olmuştur. Sizce, insanlık hikayeler olmadan nasıl bir dünya kurardı?

Gözlerimizi kapattığımızda, binlerce yıl önceki mağara duvarlarında çizilen av sahneleriyle birlikte canlanan sözlü geleneğin modern zamanlarda Netflix dizilerine kadar uzandığını görmek, insanın doğasında yer alan bir süreklilik olduğunu hatırlatır bize. Gılgamış Destanı gibi binlerce yıl öncesine uzanan eserler, hala etkileyici bir şekilde bize seslenir. Bu destan, sadece kahramanlık ve zafer hikayesi olarak değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, dostluğun ve acıların derinliklerine inen bir yolculuğun da öyküsüdür. Efsaneler ve masallar aracılığıyla, geçmişten gelen bilgelikler ve insan deneyimleri, bugünümüzü, yarınlarımızı şekillendirir. Edebiyat teorisyenleri, hikâye anlatımının evrimsel olarak önemli bir işlev gördüğünü ileri sürerler. İnsanların topluluklar halinde yaşamaya başladığı dönemlerde, hikayeler sosyal normları ve iş birliğini güçlendiren araçlar olarak işlev görmüş olabilir. Bu anlatılar, grup içinde dayanışma duygusunu pekiştirmiş ve ortak amaçlar için birlikte çalışma yeteneğini güçlendirmiştir. Hikayeler, sadece eğlenceli anlatılar değil, aynı zamanda insanın ruhsal ve duygusal dünyasını derinlemesine keşfettiği, kimliğini ve varoluşunu sorguladığı bir alan sağlar. Mitolojik figürlerin çekişmeleri, kahramanların içsel mücadeleleri ve aşkların ateşi, insanın iç dünyasının zengin bir aynasıdır. Beynimiz, hikâye anlatımı sırasında farklı senaryoları simüle etme ve sosyal ilişkileri daha derinlemesine anlama yeteneği kazanır. Bu da kendimizi, başkalarının yerine koyarak empati kurmamızı sağlar ve toplumsal bağları güçlendirir. dünyada çeşitli kültürlerde anlatılan efsaneler ve mitolojik öyküler, insanların ortak duygularını ve evrensel insan deneyimlerini paylaşmalarını sağlar. Bu tür hikayeler, insanların kendi yaşamlarını anlamlandırmalarına ve toplumlarıyla olan bağlarını güçlendirmelerine yardımcı olur. Örneğin, Anadolu mitolojisinde yer alan “Kerem ile Aslı” destanında ;  Kerem ile Aslı’nın hikayesi, aşkın gücü, sevginin zorlukları aşma kapasitesi ve insanın içsel çatışmaları gibi evrensel temaları işler. Bu destan, Anadolu kültüründe önemli bir yer edinmiş olup, insanların birbirlerine duydukları sevgi ve bağlılığı anlamlandırmalarına, aynı zamanda toplum içindeki değerleri ve ahlaki normları güçlendirmelerine katkıda bulunur.

Arkeolojik buluntular da, insanların sadece fiziksel ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda duygusal ve toplumsal bağlarını da nasıl güçlendirdiğini göstermektedir. Örneğin, Türkiye’deki Göbekli Tepe gibi arkeolojik yerleşimler, binlerce yıl önce inşa edilen karmaşık yapılar ve ritüeller aracılığıyla insanların ortak bir kültürel miras oluşturduklarını göstermektedir. Bu yapılar, toplumların nasıl örgütlendiğini ve toplumsal normların nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olur.Sosyolojik açıdan, hikayeler toplumların kimliklerini ve değerlerini yansıtır. Örneğin, Türkiye’de destanlar ve masallar, geçmişten gelen kültürel değerleri ve toplumsal normları günümüze taşır. Köroğlu’nun cesareti ve Nasreddin Hoca’nın mizahi tavrı gibi figürler, Türk toplumunun direniş ruhunu ve mizah anlayışını simgeler. Bu hikayeler, bir topluluğun ortak bir geçmişi ve geleceği paylaşma ihtiyacını vurgular ve toplumsal birliği güçlendirir.

Dünya genelinde, modern zamanlarda hikâye anlatımı dijital platformlar üzerinden daha geniş kitlelere ulaşmaktadır. Netflix gibi platformlar, farklı kültürlerden gelen hikayeleri izleyicilerle buluşturarak küresel bir hikâye anlatma ağı oluşturur. Bu, insanların farklı perspektiflerden bakma ve kültürel çeşitliliği anlama fırsatı bulmalarını sağlar.Hikâye anlatımının gücü, insanlığın kolektif belleğini ve kültürel kimliğini şekillendirme kapasitesini gözler önüne serer. Her bir hikâye, geçmişten günümüze taşınan bir miras gibi, insanların ortak deneyimlerini ve duygularını paylaşmalarına olanak tanır. Anadolu’dan Hollywood’a, dünyanın dört bir yanında insanlar kendilerini hikayeler aracılığıyla ifade eder ve başkalarının dünyasına dokunurlar. Bu sebeple, hikayelerin sonsuz evrimi ve etkisi, insanlığın temel varoluşsal ihtiyaçlarına bir cevap sunar: Anlam arayışı ve bağlılık

Pazar, 18 Haziran 2023 / Yayınlanan Arkeoloji ve Hafıza, Son Eklenenler
Arkeolog- Yazar

Arkeolog- Yazar

-Oldukça zarif ve şık bir hanım olarak dikkatimizi çektiğinizi söyleyerek başlayayım röportajımıza. Bilim, sanat ve siyaset alanlarında hayatla meselesi olan biri olarak tanımlıyorsunuz kendinizi, Modda Turkey okurları için biraz bahseder misiniz kendinizden?

Yanıt: Çok teşekkür ederim Bilim, sanat ve siyaset. Bilim zaman ve mekan laboratuvarının ışığında gerçeği ararken, sanat duvarları renklerle konuşturur ve siyaset sahnesinde toplumun çığlıkları yankılanır. Üçlü bir senfoni gibi düşünüyorum, her alan kendi notasını çalar, ben de aralarında dolaşan ezgilerin dansını edebiyatla anlatırım.

Kelimelerin büyülü dansıyla yıllarca örülen hikayelerin yazarı olarak ve insan topluluklarının tarih örgüsünü çözümlemek adına kazılarla geçmişin izini süren bir sosyoloji arkeoloji akademisyeni olarak, siyaset sahnesinde ya da hayatın içinde üretmenin, yeni bir bakış açısı kazandırmanın, bir perde açmanın heyecanını duyuyorum. Kalemimle dokunduğum düşünceler, toplumun nabzını tutmaya başladığında mutlu oluyorum.

Kısaca hem kalemin gücünü kullanarak hem de geçmişin derinliklerinden gelen bilgilerle, insanların haklarına ve umutlarına dokunan bir ses olmak istiyorum diyelim. Bilim ve sanat gibi siyaset de bir toplumun ruhunu şekillendiren en güçlü araçlardan biri ve ben de bu araçla daha adil, özgür ve eşitlikçi bir dünya için çaba göstermek istiyorum.

-Hem Arkeoloji hem de farklı alanlardaki Akademik süreciniz nasıl?

Yanıt: Yaşam boyu süren öğrenmenin büyüsüne inanıyorum. Eğitim, zihnin en kıymetli hazinelerini keşfetme yolculuğudur bence ve bu yolculuğu farklı alanlardaki akademik süreçlerimle sürdürerek, öğrenmenin kıymetini yürekten hissediyorum. Eğitimi, insanın sınırlarını zorlayan, ufuklarını genişleten ve potansiyelini maksimize eden bir anahtar olarak görüyorum. Ailemin de özellikle babamın bunda çok büyük bir payı olduğunu söyleyebilirim. Arkeoloji alanında yaptığım yüksek lisans ve devamında sosyoloji doktorasıyla, geçmişin tohumlarından bugünün anlamını çözmeye çalışırken, sanırım en azından kendi yaşamımda eğitim sürecinin devamlılığını vurgulamış oldum. Yurt içi ve yurt dışındaki üniversitelerden aldığım eğitim yönetimi, sosyal psikoloji, medya hukuku ve işletme gibi eğitimler ise beni çok yönlü bir vizyon sahibi yaparak hayat yolumda farklı perspektifler sunuyor. Bunlar sahip olduğum değerli hazineler ve bu hazineyi, başkalarına da ışık tutacak şekilde paylaşmayı bir sorumluluk olarak kabul ediyorum. Öte yandan, Eğitimin bir süreç olduğunu, sadece sınıf derslerinde değil, hayatın her anında öğrenmeye açık olmakla gerçekleştiğini unutmamak gerektiğine inanıyorum. Eğitim, bir rüya gibi her yeni günle daha da renklenen, her yeni bilgiyle daha da değerlenen bir armağan. Öğrenme süreci hiç bitmez çünkü her an yeni bir deneyim, yeni bir bakış açısı getirir ve insanı daha zengin kılar.

Sanırım, hayatın farklı alanlarında merakla adım atan bir ruh taşıyorum. Akademisyen kimliğimle öğrenmeye aç bir zihin olarak, araştırma ve öğretme tutkumu yıllardır sürdürüyorum. St Clements Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü ana bilim dalı başkanlığı yaparken, öğrencilerimle birlikte keşfe çıkmak beni en çok mutlu eden anlardan biri.

Yazarlık, benim için duygularımı ve düşüncelerimi kelimelerin eşsiz dansıyla ifade etmenin bir yolu. Senaryo yazarlığı ise hayal gücümü gerçek dünyayla buluşturan bir macera. Aynı zamanda farklı alanlarda aldığım kişisel gelişim ve sanat eğitimleri, bilgi denizinin sınırlarını zorlamayı, perspektiflerimi genişletmeyi ve insanlığın karmaşıklığını anlamayı hedefleyen bir yolculuğun parçası.

Bu zengin deneyimler ve kimlikler iç içe geçerken, eğitimdeki ve sanatın sihrindeki gücü hayatın her alanına taşımak benim en büyük amacım. Bütün bu renklerin ve notaların dansını, ilham verici bir hayat hikayesiyle bir araya getirmek, benim en içten dileğim.

-Akademik başarılarınızın hayatınıza katkısı hangi yönde, dönüştürücü bir etkiden söz edebilir miyiz?

Yanıt: Akademik yolda kazandığım disiplin ve araştırma yetenekleri, karşılaştığım zorlukları aşmamda ve karmaşık sorunları analiz etmemde önemli bir rol oynadı. Öğrenme süreci boyunca edindiğim eleştirel düşünme ve problem çözme becerileri hem akademik çalışmalarımı hem de hayatın farklı alanlarındaki kararlarımı şekillendirdi. Bu dönüşüm, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal etkileşimlerimde de fark yarattı.

Akademik başarılarım, yeni fikirleri paylaşma cesareti verdi ve bu da beni yazma ve konuşma platformlarında daha etkili bir şekilde ifade etme yeteneği kazandırdı. Toplum içindeki liderlik rolümü pekiştiren bu beceri hem öğrencilerime hem de meslektaşlarıma rehberlik etme yolunda daha etkili olmamı sağladı.

Kısacası, akademik başarılarımın hayatıma katkısı, beni sadece bir bilgi deposu olmaktan öte, düşüncelerini paylaşan, dönüştüren ve etkileyen bir birey haline getirdi. Bu başarılar, hayatımı bir öğrenme süreci olarak görmemi ve her yeni deneyimi büyüme fırsatı olarak değerlendirmemi sağladı.

-Yayınlanmış 7 kitabınız var, kitaplarınızı konuşalım istiyorum.

Yanıt: Kitaplarım sanırım benim kişisel ve profesyonel büyüme yolculuğumun birer yansıması. 22 yaşında ilk kitabım yayınlandı. Bir Hostesin Anıları, Beni Sevdiğini Kendine Söyle, Sağanak, Zincirli Prenses, Kelebek Kayalığı, Göçün Beyin ile Yolculuğu ve Dalgakıran Çığlıkları isimli kitaplarım Öyküler, şiirler, denemeler ve akademik kitaplar gibi farklı türlerde. Bu şekilde yayınladım çünkü öyküler ve şiirler duygusal ve estetik bir ifade sağlarken, denemeler düşünsel analiz ve düşünce derinliği sunabilirdi. Akademik kitaplar ise bilimsel çalışma ve araştırmalara olan katkımı yansıtabilir diye düşünüyorum.

– Yazarlar için kitapları çocukları gibidir derler, edebiyat dünyasındaki var oluşlarının değeri tartışılmaz ama sizin onlara yüklediğiniz anlam açısından birini diğerlerinden daha çok ayırdığınız bir eseriniz var mı?

Yanıt: Henüz yayınlamaya hazır hissetmediğim ve 20 li yaşlarımdan beri üzerinde çalıştığım kitap, içimde gizlediğim en derin duyguların, en parlak düşlerin ve en dokunaklı hikayelerin yankısı. Onun sayfaları beyaz bir tuval gibi, henüz renklendirilmeyi bekleyen bir tablo gibi. O kitap, geleceğe dair umutların ve hayal gücünün damgasını taşıyan bir hazine gibi duruyor, beklemekte olduğu anı özlüyor.

-Şiiri çok sevdiğinizi biliyorum, bir anlatım şekli olarak öykü tekniğini de oldukça başarılı bir şekilde kullanıyorsunuz. Yazınsal ifadede kendiniz için şiir ve öyküyü nasıl konumlandırıyorsunuz?

Yanıt: Kelimelerin büyüsü içinde kaybolmayı seviyorum ve bu büyünün iki farklı yüzü, şiir ve öykü, benim için birer değerli taştır. Şiir, duyguların en ince nüanslarını yakalamamı sağlayan bir enstrümandır. Kısa ve etkileyici dizelerle düşünceleri yoğunlaştırma, imgelerle zenginleştirme ve ritimle dans ettirme olanağı sunar. Şiir, dilin sınırlarını zorlayarak duyguların melodiye dönüştüğü bir müziktir benim için. Öykü ise, kelimelerle dokuduğum masalların dünyasıdır. Karakterlerin hayatlarına dokunurken, düşünceleri ve çatışmaları bir hikâye dokusu içine serpiştirme fırsatı sunar. Okuyucuları farklı evrenlere taşıma yeteneğiyle, öykü anlatımı beni hem yaratıcılığımla hem de insan psikolojisinin derinliklerini keşfetme isteğimle besler. Her iki ifade biçimi de benim için ruhsal bir deneyim ve her biri farklı bir renk tonuyla zenginleşiyor. Şiir, duyguları minimalizmin güzelliğiyle anlatırken, öykü derinlemesine karakter analizleri ve olay örgüleriyle dünyalar yaratıyor. İkisi de birbirini tamamlıyor fikrindeyim. Birini diğerine tercih etmek yerine, her iki ifade biçimini de dengelemek benim yaratıcılığımı en iyi şekilde yansıtıyor diye düşünüyorum.

-İlgilendiğiniz ya da uzmanlaştığınız her alanın sosyolojik boyutuyla da yakından ilgilisiniz. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?

Yanıt: Katılıyorum,sosyoloji akademisyeni olarak, ilgi duyduğum veya uzmanlaştığım her alandaki sosyal boyutları yakından gözlemlemek ve anlamak benim için vazgeçilmez bir gereklilik. Sosyal olayların karmaşıklığını çözümlemek ve toplumsal dinamikleri analiz etmek, benim uzmanlık alanımın bir parçası olduğu kadar, hayat felsefemin de merkezinde yer alıyor. Her alanda, edebiyattan sanata, bilimden siyasete kadar, insan davranışları ve toplumsal etkileşimler o alandaki dinamiği belirler çünkü. Örneğin, edebiyat eserlerini okurken, yazarın dönemin sosyal yapılarına nasıl bir bakış açısı getirdiğini, karakterlerin toplumsal arka planlarıyla nasıl şekillendiğini gözlemlemek, bu eserleri daha kapsamlı bir şekilde anlamamıza yardımcı olur. Aynı şekilde, bilimsel gelişmelerin ve teknolojinin toplumsal sonuçlarını incelemek, bu alanlardaki değişimleri sosyal bir bağlam içinde değerlendirmemizi sağlar. Sosyolojik bakış açısını her alanda kullanarak, ilgi duyduğumuz veya uzmanlaştığımız konuların insanların hayatına olan etkilerini daha net bir şekilde gözlemleyebiliriz. Bu perspektif, sadece benim için değil, öğrencilerim için de derinlemesine bir anlayışı ve daha geniş bir perspektifi beraberinde getiriyor. Çünkü her alanın altında yatan temel unsur, toplumsal ilişkiler ve etkileşimlerdir. Bu nedenle, her zaman toplumsal boyutu göz ardı etmeden yaklaşıyorum ve bu perspektifin beni daha iyi bir akademisyen ve düşünen insan yapmasına olanak tanıdığını düşünüyorum.

– Yazarlık hayatınızda kitap dışında farklı mecraları da kullanıyor musunuz? (Dergi yazılarınız ve makalelerinizi kasteden bir soru)

Yanıt:   Evet, yazarlık hayatımı sadece kitaplara sınırlamıyorum; farklı mecralarda da izler bırakmak benim için büyük bir tutku. Yerel medyanın gücüne her zaman inandım ve bu nedenle yerel gazetelerde köşe yazarlığı yaparak topluma katkı sağlamaya çabalıyorum. Eğitim alanındaki deneyimlerim ise bu görevi daha etkili bir şekilde yerine getirmeme olanak tanıyor. Edebiyat, arkeoloji, tarih ve gezi gibi farklı alanlardaki ilgi alanlarıma dair yazılarımı dergilerde buluşma noktasına dönüştürüyorum. Bu sayede, çeşitli konularda okuyuculara rehberlik etmeyi ve onları yeni düşüncelere yöneltmeyi amaçlıyorum. Ayrıca, bilimsel makalelerimi akademik platformlarda yayınlayarak, araştırmalarımı paylaşarak bilimsel topluluğa katkı sağlıyorum. Tüm bu mecraları kullanarak, yazdıklarımı farklı kitlelere ulaştırarak, onları bilgilendirerek ve etkileyerek, geniş bir çemberde izler bırakmayı amaçlıyorum. Her biri farklı bir amaca hizmet ederken, bir bütün olarak da yazarlık kimliğimi şekillendiriyorlar. Yerel medya, dergiler, akademik platformlar ve daha fazlası, yazılarımın ve düşüncelerimin daha geniş bir yelpazede yankı bulmasını sağlıyor.

-Siyaset, sanat ve bilimde “kültür temelli” olmayı önemsiyorsunuz. Bunun açılımını sizden dinlemek isteriz.

YANIT: Siyaset, sanat ve bilim alanlarında kültür temelli olmayı önemsememin temel sebebi, her birinin toplumun değerleri, inançları ve kimliği üzerinde derin bir etkisi olduğuna inanmam. Kültür, bir toplumun karakterini, tarihini ve geleceğini şekillendiren temel unsurlardan biri ve bu unsurları anlamadan bu alanlarda başarılı olmanın zor olduğuna inanıyorum.

-“Göç” olgusu ile yakından ilgileniyorsunuz. Bununla ilgili yaklaşımınızdan ve çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?

YANIT: Evet “Göçün Beyin ile Yolculuğu” isimli kitabım Zet Kitap Akademik Yayınları tarafından okuyucularımın beğenisine sunuldu. Sosyoloji doktoram da Göç üzerine.  Göç konusu sadece son yıllarda değil, yurt dışında okuduğum dönemde hatta arkeoloji eğitimim esnasında da hep ilgimi çekmiştir. Çünkü göç, İnsan ve insana dair olan hemen her şeyi etkileme potansiyeline sahip bir olgu ve tarihin hemen her döneminde farklı yönleriyle ele alınması gereken bir süreci anlatıyor. Öte yandan, bunu sadece sosyal politika ile ilgili bir olgu gibi ele almak riskli. Çünkü, göçe neden olan etkenlerle, göç sürecinin ilerleyişi, göçün etkileri üzerinde belirleyici faktörler. Bu bağlamda göç, farklı yönleriyle irdelenmesi gereken bir konu olmanın yanında, yansımalarının öngörülmemesi halinde daha sonra üstesinden gelmenin pek mümkün olmadığı pek çok soruna zemin hazırlama potansiyeli taşıyan bir olgu.  İyi yönetilen göç süreçleri ile kapsamlı ve ayrıntılı hazırlanan göç politikaları toplumların ve ülkelerin yaşadıkları durağanlığın aşılmasında, dinamik bir ekonomik alanın oluşumunda önemli işlevler görebilir. Göçün kamu otoritesi tarafından karşılanamaz bir hal alması durumunda ise insana dair olan hemen her şeyi olumsuz yönde etkileyen bir süreç ortaya çıkacağı ise tarihsel ve toplumsal bir gerçekliktir. Ülkemizin toplumsal hayatında da önemli bir yer tutan göç konusunun uzun yıllar ihmal edildiğini düşünüyorum. Oysa şöyle bir geçmişe dönüp baktığımızda Anadolu tarihi bir yönüyle de göçler tarihidir.  Bu konuda konuşulacak pek çok alt başlığımız var. Çünkü göç olgusuna da bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor. Örneğin beyin göçü dediğimizde mültecileri ya da göçmenleri anlamadan ya da tam tersi konuyu tam olarak ortaya koyabilmek mümkün görünmüyor. Göçlerin artık toprak almak için yapılmadığı bu dönemde göçün mantığı da değişti. Sömürge sonrası dönemde göçenler atalarından miras kalan hayatta kalma yollarını sonraki nesillere aktarmaya devam ettiler ve bunu artık eski sömürgecilerinin yücelterek zafere ulaştırdığı modernleşmenin altında ezildikleri için, yine aynı sömürgecilerin iç ekonomilerindeki açıklarda yuva kurma ihtimaliyle yola çıkarak yapıyorlar. Üstelik özellikle Orta Doğu ve Afrika’da, sömürgecilerin arkalarında bıraktığı, istikrar beklentisinin düşük olduğu, ancak eski sömürgeci efendilerinin sağladığı cephanelerin bulunduğu, yapay olarak kurulmuş, sözde bağımsız devletlerde süren iç savaşlar, etnik ve dini çatışmalar nedeniyle yurtlarından ayrılmak zorunda kalan insanların sayısı artıyor. Böyle bir dünyada savaş gibi dayanılmaz koşullardan kaçmak zorunda kalan insanlar, “hak sahibi” olarak görülmüyor; hatta insanlığın elinden alınamayacağı söylenen haklara bile sahip değiller. Hayatta kalmak için insanların kapılarını çalmak zorunda bırakılan mülteciler, konu sahip olmadıkları hakların verilmesi olduğunda, bir bakıma “insanlık” bölgesinin dışına atılıyorlar ve bu şekilde yaşayan milyonlarca insan var. Öte yandan mülteciler, sıklıkla yerleşik ve yerli toplulukların sahip olduğu insan haklarına karşı bir tehdit olarak görülüyorlar. Savaşın yerle bir ettiği yerlerden kaçanları “göçmen” olarak mı yoksa “mülteci” olarak mı görmemiz gerektiği konusunda bir kavram karmaşası da mevcut. Zaman zaman iki terim de yeterli olmayabiliyor. Bu tür durumlardan kaçmaya çalışanların, insan olarak etkinliği daha fazla vurgulayabilmek için yeni sözcüklere ihtiyacımız olabilir mi? Ki , geçen bir gazetede köşe yazımda da belirttim bence var. Fikrimce “Mülteci”, çoğu zaman varlığına tahammül edilmeyen bir yer ile istenmediği ve kabul edilmediği bir yer arasında seçim yapmaktan başka çaresi olmayan insandır. Benzer şekilde beyin göçü nedeniyle gidenlerin yapmak zorunda olduğu seçim de kendileri ve aileleri için yokluk içinde ya da ümitsiz bir yaşam ile daha refah, en azından daha katlanılabilir koşullarda yaşayabilmek için küçücük bir şans arasındadır. Bu, fiziksel şiddetten kaçan mültecinin yapmak zorunda olduğu seçimden çok da farklı bir “seçim” değil aslında. Bu tür seçimler yapmak zorunda kalsaydık hepimiz dehşete düşerdik. Milyonlarca insanı buna zorlayan bir dünya sorunu için gerçekten de yeni sözcüklere, terimlere, çalışmalara ihtiyacımız var. Siyasi dünyayı şekillendirme ve anlama tutumumuzu defalarca gözden geçirmemiz gereken günler içindeyiz. Egemen ülke devletlerine bölünmüş, insan haklarına sahip olmak için bir ülke vatandaşı olmak zorunda olduğunuz bir dünyada mülteciler yurtsuz oluyor. Bu durum, vatansız mültecileri kabul edip onlara başlarını sokacak bir çatı, iyi ve onurlu bir hayat sağlayabilecek ülke kalmaması nedeniyle daha da karmaşık hale geliyor. Öte yandan devletler adına ve elbette bizim için de geçerli; iç ve dış güvenlik meselesi ciddi bir sorun. Bununla birlikte devam eden mülteci sorunu için kestirme bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Tabii bu konu üzerinde günlerce konuşabilirim. 🙂

-Okurlarınız yakın dönemde yeni kitaplarınızla buluşacak mı?

YANIT:         Evet. “Göçün beyin ile Yolculuğu” kitabımın devamı gelecek. Göç ve Suç olgusu ile ilgili bir kitapla devam edeceğiz.  Gazetelerde Mültecilerle ilgili bir yazı dizisine başlayacağım.  Bunu da kitaplaştırmayı; hatta imkân bulursam bir de belgeselini çekmek istiyorum. Hindistan’daki Türklerin göç hareketlerini inceliyorum. O da Anadolu Göç tarihine katkı sağlayan bir kitap yazdığım için. Öte yandan, Dalgakıran Çığlıkları isimli kitabım da yakında okurlarımla buluşacak. Bu kitabı tüm unutuluşlara direnmek için yazdım. Bunu ister somut ister soyut anlamda alın, direndiğimi de düşünüyorum. Kitap yazdığım deneme, aforizmalar ve kısa öykülerden oluşuyor. Aruz vezni ile yazdığım şiirlerim de var. Bu açıdan benim için önemli. Öte yandan unuttuğumuz pek çok değeri gündeme getirmek gibi bir misyonu olacağını da düşünüyorum. Başka bir boyutuyla da şiddete uğrayan kadınlarla ve psikolojik açıdan narsistlerle onların topluma olan etkileriyle de ilgili bir çalışma olarak görmek mümkün. Okuyan herkesin kendinden bir şeyler bulacağını umuyorum.  İlk kez kendi kişisel fotoğraf sergim ile basın tanıtımı yapılacağı için çok heyecanlıyım.

-Derya Hanım neyi gerçekleştirmek istiyor, böyle bir hedef/hayal den bahsedebilir miyiz?

YANIT:   İnsanların hayatlarına dokunmak,Belki tekamülümügüzel tamamlamak , güzel sevmek, hak etmek, had bilmek… Zor bir soru. Galiba iki kelime: anlamak ve anlaşılmak istiyorum.

-Şık giyiminiz ve zarafetinizin arkasındaki moda algınızı da merak ediyorum? Nedir sizce moda, nelerin modası olur mesela?

YANIT: Teşekkür ederim. Arkeolojik olarak baktığımda modanın, geçmiş dönemlerdeki insanların giyim, takı ve diğer süslemelerde tercih ettikleri tarzları ve trendleri ifade ettiğini söyleyebilirim. Bu tercihler, o dönemin kültürel, sosyal ve ekonomik koşullarına göre şekillendiği için bizlere pek çok veri sağlar. Sosyolojik olarak baktığımda moda, belirli bir dönemde toplumun genel olarak kabul ettiği giyim, tarz ve görünüm trendlerini ifade ediyor. Modanın değişken ve dönemsel olması, toplumun değerlerini, ideolojilerini ve toplumsal dinamiklerini yansıtmasından kaynaklanıyor da diyebiliriz. Bu bağlamda moda hayatın belki de ta kendisi ve disiplinler arası çalışılması gereken geniş bir kavram diye düşünüyorum. Tarih ve arkeoloji, geçmişin giyim tercihlerini anlamamızı sağlarken, sosyoloji ve antropoloji bize toplumsal etkileşimleri ve değerleri açıklar mesela. Psikoloji, bireylerin moda tercihlerini anlamamıza yardımcı olurken, tasarım, sanat ve estetik anlayışı, yaratıcılığın temelini oluşturuyor. Aynı zamanda ekonomi, pazarlama ve teknoloji, endüstrinin üretimden tüketime her yönünü etkiliyor. Medya ise moda trendlerinin yayılmasında kilit rol oynadığı için konunun bir başka başlığı. Bu disiplinler arası yaklaşım bize, modanın sadece dış görünüşle sınırlı olmadığını, aynı zamanda toplumsal, kültürel, psikolojik ve ekonomik dinamikleri içeren geniş bir olgu olduğunu vurguluyor. Moda, bilimde malzeme ve teknoloji ilerlemelerine, sanatta estetik ifadeye, siyasette ise semboller aracılığıyla görüşlerin ifadesine yansıyor. Değişen zaman ve değerlerin, bu alanlardaki modayı da etkilediğini görüyoruz. Öte yandan, kişisel fikrimi belirtmem gerekirse, moda bence sadece dış görünümü değil aynı zamanda kimliğimizi ve ifade biçimimizi yansıtan bir sanattır. Ben bunu tüketmekle ilişkilendirerek yaşamıyorum, aksine kendi tarzımı yaratma sürecinde özgünlüğü ve rahatlığı ön planda tutmayı tercih ediyorum.

-Bu keyifli röportaj için çok teşekkürler, yeni çalışmalarınızı heyecanla bekliyor olacağız.

Ben teşekkür ederim.