Kadın çalışmaları ve toplumsal cinsiyet araştırmaları
Annelerin mitolojik öykülerdeki kutsal rolü, günlük yaşamda taşıdıkları önemi yansıtır. Beşik sallayan el, sadece bir çocuğun dünyasını değil, tüm insanlığın kaderini belirler. Bu nedenle, annelik sadece biyolojik bir olgu değil, aynı zamanda insanlığın varoluşunu sürdürme ve yolunu aydınlatma sürecindeki en temel unsurdur.
Anadolu mitolojisinde anne kavramı, toplumun temelini oluşturan bir yapı taşıdır. Kartal (Ana) figürü, bazı Türk boylarının soyunun kökeni olarak kabul edilir; kısır kadınların çocukları olması için kartala dilekler sunması bu inancı pekiştirir. Ağaç (Ana), soyun devamı ve türeme unsuru olarak önemlidir. Özellikle (Ulu) Kayın Ağacı, Tanrı Ağacı olarak kabul edilir ve doğurganlığı simgeler. Annelik, çocuk sahibi olma arzusunun ve toplumdaki saygınlığın bir göstergesi olarak değerlendirilir. Ak Ene, ışığın ve sevginin sembolüdür. Tanrı Ülgen’e ilham veren ilk varlık olarak, suyun yaratıcı gücünü sembolize eder. Diğer önemli bir figür olan Umay Ana, doğanın ve yaşamın şefkatinin temsilidir. Tarlaların ve bahçelerin koruyucusu olarak kabul edilir ve doğum sırasında ve sonrasında kadınlara güç ve koruma sağladığına inanılır. Umay Ana’nın varlığı, insanın doğayla olan derin bağını ve doğurganlığın kutsallığını yansıtır. Umay Ana’nın, hamile kadınların doğum sancılarını azaltmaya yardımcı olduğu ve doğumdan sonraki üç günlük süreçte kadının başında beklediği düşüncesinden dolayı bazı toplumlarda, birçok davranışta ve eylemde “Umay Ana” dan bahsedilmektedir. Hatta doğum başta olmak üzere bütün işlerin kolay geçmesi amacına yönelik olarak söylenen “Benim elim/kolum değil Umay Ana’nın eli/kolu, benim yolum değil Umay Ana’nın yolu” ifadesi ile evde yalnız kalan çocuklar için “Umay Ana’ya bıraktım”, yolculuğa uğurlanırken “Umay Ana’ya havale ediyorum” ve koruma düşüncesi çerçevesinde “Umay Ana korusun” gibi tabirlerin kullanılması, Umay Ana’nın hem elinin bereketinin hem de onun koruyuculuğunun bir işareti olarak yorumlanmaktadır.
Geçmişten günümüze, annelik kavramında anne sütü kutsal ve besleyici bir rol oynamaktadır. Mitolojide, Kartal (Ana) ve Ulu Ana gibi varlıkların sütü, çocuklara ruh veren bir güç olarak kabul edilir. Şaman adayları, kanatlı bir geyik veya kartalın sütüyle büyütülerek terbiye edilir, bu da anne sütünün ezoterik bilgilerin aktarımında önemli bir rol oynadığını gösterir. Anadolu mitlerinde geyik ve Yer Ana’nın kahramanlara sütten kesilinceye kadar annelik etmesi, annenin çocuğa karşı süt hakkını ve annelik bağını vurgular.
Annelik; kötülüklere ve düşmanlıklara karşı mücadele noktasında da savunma gerektiren önemli bir sorumluluğa sahiptir. Bu işlevin, destanlarda (ve masallarda) da genel olarak ideal bir eş veya anne olarak kadının; cesaretli, atılgan/girişken, becerikli, ata binebilen, kılıç kuşanabilen ve yeri geldiğinde savaş meydanlarında eşine yardım edebilen bir kahraman şeklinde ön plana çıktığı görülmektedir. Annelik, sadece çocuk için değil, aile için de koruyucu bir içgüdüdür. Türk destanlarında, annenin koruyuculuk ve fedakârlık gösterdiği anlar sıkça görülür. Örneğin, Boğaç Han’ın annesinin dağ çiçeklerini toplayarak onu tedavi etmesi, anneliğin zorluklara katlanma ve koruma içgüdüsünü açıkça gösterir.
Mitlerde de, Ulu Ana, Umay Ana ve Od Ana gibi dişil ruhlar koruyucu bir rol oynar. Özellikle Umay Ana, aile ve soyun koruyucusu olarak bilinir. Şamanlar, Umay Ana’ya dua ederek şefkatini ve yardımını dilerler. Annelik, koruyuculuk içgüdüsüyle şefkatli olmayı gerektirir. “Anne eli” motifinin önemi de bu noktada ortaya çıkar. Mitolojide ve halk inanışlarında, anne eli bereket, şefkat ve koruyuculuğun sembolü olarak kabul edilir. Anadolu geleneğinde, kahramanlar anne ve babalarının iznini almadan önemli adımlar atmazlar ve annelerin duaları, en makbul dualar arasında kabul edilir. Annelik, gerçekte, koruyuculuk ve rehberlik rollerini bir arada içeren bir kavramdır. Destanlarda, anneler genellikle çocuklarına nasihat veren ve düşüncelerine başvurulan bilge figürler olarak tasvir edilirler. Örneğin, Manas Destanı’nda Manas’ın yaralı olarak kurtulması üzerine annesinin sözleri, annenin bilgeliğini ve doğruluğunu vurgular. Mitlerde de, bilgelik ve öğreticilik rolünü üstlenen figürler vardır. Bu figürler, insanlara öğüt veren Sehen Han, mantıklı tavsiyelerde bulunan Yer Ana ve Ülgen’e doğruluk ve cesaret duygularını aşılayan Ak Ana gibi karakterlerdir. Ayrıca, rehberlik ve öğreticilik açısından Geyik ve Kurt gibi varlıklar da önemli roller üstlenirler.
Öte yandan, annelik, rehberlik, eğitim ve öğretim işlevlerini içerir ve çocuk ile annenin arasındaki ilişki, sosyal bağların temelini oluşturur. Anne, çocuğuna her türlü desteği sağlayarak ve yol göstererek onun yaşamını şekillendirir. Keloğlan masallarında görüldüğü gibi, anne çocuğa rehberlik eder ve öğretici bir rol üstlenir. Anne, çocuğun örnek aldığı bir figürdür ve özellikle kız çocuklarının yetişmesinde önemli bir rol oynar. Destanlarda erkek çocukların eğitimi de annenin önemli bir görevidir. Örneğin, Er Sogotoh’un annesine olan minnet ifadesi, annenin çocuğunu yetiştirmesinin önemini vurgular. Eğitim, ailede başlar ve anne, evdeki ilk öğretmendir.
Anadolu’nun kadim tarihine baktığımızda, anneliğin kutsal bir kavram olarak nasıl kabul edildiğine dair çok sayıda kanıt bulunmaktadır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan eserler, binlerce yıl öncesinden beri Anadolu’da anneliğin önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle Neolitik dönemde, ana tanrıçaların figürinleri ve diğer semboller, anneliğin doğurganlık, yaşamın kaynağı ve koruyucu bir güç olarak nasıl algılandığını yansıtmaktadır. Sosyolojik olarak, Anadolu’nun çeşitli medeniyetleri anneliği ailenin temel birimi olarak görmüş ve bu kavrama büyük bir saygı duymuşlardır. Hititler, Lidyalılar, Frigyalılar ve diğer pek çok uygarlık, annelerin aile içindeki rolünü ve toplumun yapılanmasındaki önemini vurgulamışlardır. Tarih boyunca Anadolu’nun dört bir yanında annelik, yaşamın merkezi olarak kabul edilmiştir. Anadolu’nun çeşitli dönemlerinde yazılmış destanlar ve efsaneler, annelerin kutsal birer figür olarak nasıl görüldüğünü ve onların yaşamın devamı ve toplumun birliği için ne kadar önemli olduklarını anlatır. Bugün Anneler Günü’nün kutlanması, aslında Anadolu’nun derin annelik geleneğinin bir yansımasıdır. 1908 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan bu gelenek, zamanla dünyanın birçok yerine yayılmış ve Anadolu’nun kadim annelik kültürüyle birleşmiştir. Bu özel günde annelerimize olan minnetimizi ifade ederken, aslında Anadolu’nun binlerce yıllık annelik geleneğini de kutlamış oluyoruz. Anneler Günümüz Kutlu Olsun…
Günde yüz renge giren kadın
Çocuk yaşında şiirle oynamış. Sonra öykü ve romanlar yazmış. Gazete ve dergilerin köşe yazarı. “Türkıye’nın ilk üniversite mezunu kadını” unvanını ona ait. “Mekteb-i Ümit” kurucusu Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Şiiri Nazım’a yazmış. Miting alanlarının konuşmacısı.
Şükûfe Nihal’in yaşamı, geçmiş yılların kısıtlı koşullarında bile kadının nelere imza atabileceğini gösteren örnek bir yaşam. O, özgür, mücadeleci ve dimdik ayakları üzerinde duran bir kadındır. Çok renkli geçen yaşamının yanında, kucakladığı acıları da olmuş hep. Doğduğu şehre benzer biraz. 1896, İstanbul Yeniköy nüfusuna kayıtlı. Babası V. Murat’ın başhekimi Emin Paşa’nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey. Annesi, Binbaşı Şevket Bey’in kızı Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Kâtipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet’in Bas ressamı Nakkaş Mehmet Efendi’ye dayanır. Evlerinde yapılan edebiyat sohbetlerinden etkilenen Nihal, çok küçük yasta şiir yazmaya baslar. On iki yasında ise, babası Ahmet Bey’in evde yaptığı toplantılara katılarak heyecanla Meşrutiyet’i bekleyen bir çocuktur artık. İlk ve ortaöğrenimini babasının memur olması nedeniyle birkaç şehirde (Selanik, Beyrut, İstanbul) tamamlayabilmiş. 1916 yılında İnas Darülfünu’nuna yazılmış, 1918 yılında İstanbul Darülfünu’nuna geçmiş, 1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirerek “Türkiye’nin ilk üniversite mezunu kadını” unvanını almış. Fakültede okurken evlendiği Mithat Sadullah Sander ile “Mekteb-i Ümit” adında bir okul kurmuşlar. Böylece Nihal, eğitimini sürdürürken eğitimciliğe de başlamış.
Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk siir kitabı “Yıldızlar ve Gölgeler” yayımlanır. Aruzla yazılan bu birileri hece ölçüsüyle yazdığı şiirler izler 1928 yılında hece ölçüsünü kullandığı ilk şiir kitabı “Hazan Rüzgarları”, 1930 yılında ise “Gayya” adlı şiir kitabı yayınlanır.
Nihal, edebiyatın duyarlı, romantik ve bir o kadar da realist şairidir. Aruz yanında, konuşulan dile yönelmiştir. İlk şiirlerinde Tevfik Fikret’in etkisi açıkça gözlenir. Özellikle “Haluk’un Defteri” onu çok etkilemiştir. Denebilir ki Nihal, Fikret’in etkisinden kurtulduktan sonra şairlik kimliğinin doruk noktasına ulaşmıştır.
Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek sık sık toplumsal konularda yazmış. Ama kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamış. Şükûfe Nihal, kadın yaşantısı ve sorunlarını belki de ilk dile getiren kadın şair ve yazarımız.
Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini, ekonomik açıdan ve üretkenliğin insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.
Daha 1930’larda sorar “Kadın Sen Nesin ?” diye.
Nesin, anlayamadı seni hiç kimse!
Dikkat ettim arkandan her gelen sese,
Her ağızda bir türlü değişti adın…
Diyorlar ki : “Ne çılgın ne meçhul kadın!..” (Gayya, 1930)
Aynı kitapta, bir kadın olarak meydan okur, “Size Ne? “adlı şiiriyle:
Nihal günde yüz renge girecektir, size ne?
Berrak, beyaz renginden sanki kimler anladı?…
Güllere diken deyip gül diyecek dikene,
Umurunda değildir çılgın olsa da adı…
Yaşamındaki çok yönlülük edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmış. 1928 yılında “Tevekkülün Cezası” adlı öykü kitabı ve ilk romanı “Renksiz Istırap” yayımlanır. Bunları, “Çöl Güneşi” (1933), “Yalnız Dönüyorum” (1938), “Domaniç Dağlarının Yolcusu” (1946), “Çölde Sabah Oluyor” (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında “Finlandiya” adlı gezi notları yayımlanır.1910 yılından itibaren “Kadın”, “Tan”, “Cumhuriyet” gazetelerinde, “Ayda Bir”, “Her ay” gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmış.
Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyet’in kurulması aşamasında ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar’la Müdafaa- i Hukuk Cemiyeti’nde önemli çalışmalar yapmışlar. Şişli’deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.
Halide edip Sultan Ahmet’te tarihi demecini verirken Şükûfe Nihal de Fatih Mitinginde dinleyenleri etkileyen tarihi bir konuşma yapıyordu. Bununla da kalmayıp Anadolu’ya çıkmış. Sonraki yıllarda Anadolu’yu gezmiş. Gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır. Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği’nin de kurucularından. Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğu. “Zindandaki Işık” Nazım Hikmet’e şiir yazmış.
Işık büyük kapı dar,
Işığı çalamazlar (Yerden Göğe, 1960 )
Çevresinin tüm ısrarlarına rağmen, ülke için özgürce çalışma ortamını kısıtlayacağını düşünerek, milletvekili olmak istememiş. Ancak, kadınların parlamentoda daha çok temsil edilmeleri gerektiğini her zaman vurgulamış.
Zorunlu bağımlılık getiren ilişkilere dayanamamış. İki evliliğini de sona erdirmiş ilk evliliğinden olan oğlu Necdet, ikincisinden kızı Günay doğmuş. Eserlerinde erkek çocuklarına “zengin ol” , kız çocuklarına “zengin biriyle evlen” diyen düşünce sistemine karşı çıkmış ve çocuklarını da bu şekilde eğitmeye çalışmış. Kızına “Mutfağı bırak da piyanonun başına geç” diye öğüt veren anne.
Yaşamındaki tüm güçlüklere rağmen mücadele azmini yitirmeyen Nihal 1962’de bir kaza geçirir. Tedavi sonucunda çarpık ve kısa kalan bacağıyla bir süre kızının yanında kalır. Bu, yaşam boyunca kimseden yardım istememiş Nihal için oldukça zor bir dönemin başlangıcıdır. Kimseye yük olmamak düşüncesiyle İstanbul Huzurevi’ne yerleşir. Huzurevi’ne gidince unutulan tüm insanlar gibi ziyaretçisi azdır. Çocukları yoktur bu ziyaretçilerin arasında. Şikayet etmez ve ölümünden habersiz olduğu kızının ziyaretine geleceğinden umudunu kesmez. Şükufe Nihal kızının öldüğünü hiç bilmeyecektir Acılarını kağıtlara aktarır:
Şekiller insansa da ,
Çoğu maske, vahşete…
Öz evladı olsa da hayvanlık aç çiğ ete… (Yerden Göğe- Mermer Kapı)
Baş ucundaki tahta bavulu, birinci sigarası ve kalemi ölümüne dek onu hiç terk etmeyen en vefalı dostları . 23 Eylül 1973 gecesinde hepsi birlikte çıkar gider odadan. Şişli ve Galatasaray’daki Türkiye’nin en büyüklerinden oğluna ait Sander kitabevinin harcında onun emekli maaşı var. Aşiyan’daki mezarının taşı yok…
Türkiye’de Kadın Olmak
Kadın, Dünya’da ve Türkiye toplumunda oldukça önemli sorumluluk ve görevler üstlenirken, her açıdan kadınları ön plana almakta hakkettiği yeri bulmakta ve değeri elde etmekte oldukça zorlanmakta ve özellikle kadınların daha korunması gerektiği düşünülen Türkiye vb. toplumlarda hayatın içine katılan kadın sayısı oldukça sınırlı kalabilmektedir.
Tarihe baktığımızda aslında Türk kadınına Batılı kadından önce bile siyasi ve sosyal hakların ve en temel özgürlüklerin verildiği görülmektedir. Ancak buna rağmen günümüz Türk toplumundaki süreçlere baktığımızda, kadınların kendilerine tanınan hak ve özgürlüklerin kapsamını anlayıp anlamadıkları konusunda hep imtihan edildiğini görüyoruz. Bahsettiğimiz kadınların korunması bakış açısı Türk toplumunda olduğundan bir nebze kadınların hala çocuk gibi görülmesine ve aslında toplumda sürekli kontrol altında tutulması bakış açısına sebep olabilmektedir. Bu durum gerek eşlerinden gerek aile üyelerinden (Anne, baba, abi, kardeş, vb.) kaynaklandığı görülmekte ve kadınlar toplum içinde sınırlı sayıda etkin olabilmektedir. Tarihte ’de bunun örneği olarak; İlk kadın milletvekilleri, kadınların “kadın-çocuk” olarak görüldüğünü doğrulayan “Cumhuriyet kızları” olarak adlandırılmıştır. Böylece, Devletin otoriter ve eril gücünün kadına kendisi için değil, doğru olanı dikte ettiğini görebiliriz. Kadının toplumsal rolünü ailenin annesine indirgendiğini ve onları pasif, kocalarına tabi, sosyal projenin izleyicileri olarak görmek istenmektedir.
Siyasi partilerde kadının vizyonu
Günümüzde ne kadar çok siyasi partiler kadınları partilerinde daha etkin göstermek isteme imajı verse de aslında görünene bakıldığında Kadın bakan veya milletvekili sayısının oldukça az olduğu sadece Türkiye değil tüm Dünya’da da gözlemlenmektedir.
Bu gözlemlerden hareketle, erkeklerin kendi aralarında, ülkelerin kaderini belirlemeye yönelik hegemonyaları ile kadınların önemli roller üstlendiği fikrini ortaya koymak mümkündür. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet meselelerinin yaygın bir şekilde siyasallaştığını görmekteyiz. Giderek muhafazakarlaşan ve eril mevcut toplumsal durumlarda özellikle kadınların “feminist” siyaset yapma şansları olur mu yoksa izleyecekleri siyaseti, etnik düzenin kimlik iddiaları için verilen mücadelenin sınırları mı bu düzeni belirlemektedir?
Psikanalitik açıdan toplum, siyaset ve Kadın
Siyaset sorunsalının teorik meşruiyetini Freud’cu söylemde doğru bir şekilde yerleştirmek için, Freud’un sözde toplumsal ve kültürel metinleri konusunda hem teorik hem de metodolojik nitelikte bazı ön yorumlar yapmak gerekebilir. Freud’un sözde sosyal ve kültürel metinlerinin yayınlandığı tarihlere hızlıca göz atmak, bunu kanıtlamak için yeterlidir. Dürtü, bilinçdışı ve aktarımın kayıtlarıyla bakıldığında özellikle Dünya’da kadın siyasette bir obje mi gibi sunulmaktadır?
Freud’cu söylemin, Totem ve Tabu’nun ilk tezine kökten karşıt olarak yeni bir siyaset okuması geliştirdiğini doğrulamak etkili bir şekilde mümkündür. Siyaset aslında hem savaş zamanlarında hem de barış zamanlarında, tüm insani sosyal bağlara nüfuz ederek, insanlar arasındaki ilişkilerde her zaman mevcut olacaktır. Ne disipline edilebilir ne de evcilleştirilebilir olan meta psikolojik dürtü figürü, insanın bir kitle hayvanı değil, sürü hayvanı olduğunu açıkça gösterir ve bu siyasette de kitle psikolojisinin etkisinin günümüzde ortaya koyduğunu gözlemleyebilmekteyiz. Bunları siyasetle, kadın ve günümüz toplumları ile bağdaştırdığımızda aslında hepimiz dürtülerimiz ve bilinçdışımız ile hareket ederek siyasi toplumların içinde tutunmaya çalışmıyor muyuz dersiniz?