Ramazan Bayramı’nın coşkusunu geride bırakırken, 23 Nisan Çocuk Bayramı’na doğru ilerlerken, unutulmaması gereken önemli bir gerçek var: çocuk işçilerin hala varlığını sürdürmesi. Bayramların neşe ve sevgi dolu atmosferi, maalesef bu çocukların hayatında bir lüks olmaktan çok uzak. Fabrikalarda, tarlalarda veya sokaklarda, yaşamlarının en değerli dönemlerinde çalışarak, çocukluklarını kaybetmiş durumdalar. Onların sesleri, bayram sevincinin arasında duyulmalı ve hakları için mücadele etmeliyiz.
İçi boş beyaz bir kumaş mendilin hayal kırıklığıdır, benim çocukluğumda bayram. Kimine göre torba torba doldurulmuş bayram şekerleri ve cep harçlıklarıdır, bilirim. Yeni giysilerini giyinmiş, gözleri ışıl ışıl parlayan çocuklardır sokaklarda. Belki boynu bükük yetim bir çocuğun özlem duyduğu babasının elleri? Mahalledeki zengin çocuğun havalı bisikletidir? ya da karnının güzelce doyduğu bir an, yanaklarına renk gelmiş annenin gülümsediği?
Yüzlerdeki çizgileri severim bu yüzden. Yaşanmışlıklarını anlatır insanın, geçmiş anılarını, geçmemiş acı ve mutluluklarını anlatır. Özel günlerin de muhakkak bir hatırası saklıdır orada. Fikrimce benim yaşımdakilerin de yüzlerinde bir bayram çizgisi asılı durmaktadır. Estetiğe karşı olduğumdan değil, yaşanmışlıklara ve samimiyete olan tutkumdandır belki. Yüzlerdeki çizgileri severim…
Çocukluk günlerinin bayramları da tıpkı çocukluğun tamamında olduğu gibi, herkes için güzel anılarla dolu değildir. Kim bilir belki de bu nedenledir bayramlarda uzaklaşmamız? Sahi, ailemizden ötede gidilen tatiller, çocukluğun acılarından da uzaklaştırır mı bizi?
Oysa bayram demek barış demektir. İnsana ve insanlığa dair ne varsa içindedir. Saygı, şükür, dayanışma, sevgi…Veren elin alan elden üstün olduğunu hatırlamak ve yeni nesillere aktarmaktır; milli -manevi değerlerimizi…Şöyle bir bakıyorum da, etrafa yaşatabildiğimiz sadece bayram temizliği adı altında bir telaş ve hep tüketme gayreti. Haksız sayılamayacak nedenlerle maddi imkânı olanların yola çıktıkları 9 günlük Bayramı tatili. Kimi beton yığınlarının arasında bunaldığından söz ediyor giderken, kimi millet olarak geçirdiğimiz zorlu süreçlerden. Unuttuk mu?
6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli 7 şiddetinin üzerinde üst üste yaşanan iki büyük deprem, 11 ilimizi derinden etkiledi. Binlerce insanımız hayatını kaybetti, yüzbinlerce konut ve işyeri yıkıldı ve kullanılamaz hale döndü. Bölgede bir yandan enkazlar kaldırılıyor diğer yandan can pazarı yaşanıyordu. An be an izledik. Depremin yaşattığı acı, yarattığı kaygı yetmiyormuş gibi bir de ekonomik şartlar ve hayat pahalılığı ile savaşıyorduk. Bir çocuk, annesi karne hediyesi olarak 3 parça et aldı diye seviniyordu. Ağladık. Et yiyebilenler de et yiyemeyenler de bir olduk ve ağladık. Ayrıştırılma baskısı altında bir de seçim yaşadık. Seçme sorumluluğunu hisseden de hissetmeyen de kaygı duyuyordu. Turladık. Kızdık, umut ettik, inandık ya da mecbur hissettik. Hep birlikte seçimi de atlattık. Yeminler, atamalar derken an be an izledik. Dolar ve altındaki yükseliş durmadı. Bazılarımız zenginleşti çoğumuz daha da fakirleştik. Sıkıldık, yorulduk. Tatile ihtiyacımız vardı. Tatil haktı.
Maddi imkanı olanlar yola çıktılar bile. Havalar da ısındı. Güzel memleketimizin her bir yanı ayrı bir cennet. Deniz mevsimi başladı. 9 günlük uzun bir tatil. Sınavlar ve yorucu bir eğitim-öğretim dönemi de bitti. Bir hesap yaptık. Oteldi, ulaşımdı, yemekti derken tatil parasını denkleştiremeyenlerimiz evlerinde kaldı. Tatil kimimize göre memlekete gidememek, kimimize göre günü birlik dahi olsa denize girememekti. Tatil ayrıcalıktı.
Yüzünüzdeki çocukluğa dair bayram çizgileriniz neleri anlatır bilmem. Çocuklarımızın bayram çizgileri hep güzel olsa keşke. Çocuklukların kan ve gözyaşından muaf sayıldığı bir günde bayram gibi bir bayrama uyansak…İster hak- ister ayrıcalık tarafında olun, gerçek bir bayramın çocuk yüzünde hakikatli bir gülümseme olduğunu unutmayın. Bu gülümsemelere katkıda bulunmak ise daima elimizde.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na doğru yaklaşırken, çocuk işçilerin durumunu hatırlamak önemli. Bu özel gün, çocukların haklarını ve geleceklerini kutlamak için bir fırsat olmalı. Ancak, ülkemizde ve dünya genelinde hala milyonlarca çocuk, çocukluklarını yaşayamadan çalışmaya zorlanıyor.
İster hak sahibi ister ayrıcalıklı olsunlar, gerçek bir bayramın çocuk yüzünde hakikatli bir gülümseme olduğunu unutmamalıyız. Bu gülümsemelere katkıda bulunmak, çocuk işçilerin haklarını savunmak ve onların çocukluklarını geri kazanmalarına yardımcı olmak için hepimizin elimizden geleni yapması gereken bir sorumluluktur. Onların yüzlerindeki çocukluğun kaybıyla dolu çizgiler, içimizi sızlatırken, umut dolu bir yarın için çaba sarf etmekten başka seçeneğimiz yok. Her bir çocuğun, güvenli, sağlıklı ve mutlu bir çocukluk geçirmesi için birlikte mücadele etmeliyiz. Çünkü her çocuk, hayat dolu bir gülümsemeyle tüm bayramların tadını çıkarmayı hak ediyor.
Bayramınızı çok sevdiğim bir şiirle kutlamak isterim. Gerçekte bu bir bayram şiiri olmaktan öte; babasız, ümitsiz çocuklara karşı duyulan merhameti ifade eden bir metindir. Burada kendi çocuğuyla kimsesiz bir çocuğun bayramdaki hâlini gözlemleyen ve karşılaştıran merhametli bir babanın duygusu ve düşüncesi şiir dili ve söyleyişi ile dikkatlere sunulmaktadır. Duyarlılığımızı kaybetmeyeceğimiz, bayram gibi bayramlarımız olsun temennisiyle:
Haluk’un Bayramı
Baban diyor ki: ‘Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? … Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu rûy-ı zerd-i sefalet… Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!
Tevfik Fikret
(Terâne-i îdi: Bayram şarkıları
Meserret: Sevinç, mutluluk
Ruy-i zerd-i sefalet: Yoksulluğun solgun yüzü)
Gelmiş geçmiş asi yazarların isyan ateşini taşıyan kelimeleriyle, sıradanlığın ve toplumun dar kalıplarının sınırlarını zorlayan büyülü bir ifade belirir karşımıza: “Ben bir başkasıdır!” Bu ifade, edebiyatın en asi seslerinden biri olan Arthur Rimbaud’un dilinden süzülen kelimeler aslında. Belki de, kimliğin ve insanın kendini ifade etme gücünün en derinlerine yolculuk etmeye bir davet…
Rimbaud, 19. yüzyılda, romantizmin karanlık ve karmaşık yollarında kaybolurken, bu sözü bırakır ardında. Kimlik bir maske olmaktan çok daha fazlasıdır, çünkü her an bir başkası olabiliriz. Kendimizi ve dünyayı yeni bir ışıkla görmek, bu asi şairin hediyesidir bize. Bizler, kelimeleri ufuk çizgisinde takip eden asi ruhların yolcularıyız. Her cümlenin altında yatan gerçeği arayanlar, geceleri uyumayanlarız. Kendi içimizdeki isyanı kalemimizle keşfetmek, sıradanlığın tutsaklığından kurtulmanın yolu olmalı.
Toplumun kalıplarına sığmayı reddedenleriz biz. Kimliklerimizin sınırlarını zorlar ve yeni dünyalar yaratırız ilmek ilmek. Hatta bazen o ilmeklerin boğazımıza geçirileceğini bile bile sever, mücadele eder, aydınlığı izleriz. Rimbaud’un bu isyankâr ifadesi, bize her birimizin içinde mücadeleci güçlü bir ruh yattığını hatırlatır. Böylece, kendi içsel denizlerimizin derinliklerine dalarız, kelimelerin büyülü çağrısına kulak veririz. Bizler, insanların farklılıklarını ve çelişkilerini kucaklamak yerine, onları reddedenlerin karşısında duran asi yazarların kalemlerinin izini süreriz. Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır” dediği her an, yeni bir aydınlanmanın habercisidir çünkü; kendimize sıkça söyleriz.
Kelimelerin ateşiyle oynarız biz. Kimliğin esaretinden kurtulmanın ve gerçek özümüzü keşfetmenin çağrısını taşırız içimizde. Her kelime, her cümle, yeni bir başkası olmanın yolunu aydınlatır. Yılmadan mücadele ederek üretmek , gitmek, bazen de gitmemek; yeni başlangıçları sevmek , geçmişin kayboluşuna izin vermemek; samimiyetsizliğin ve sıradanlığın kelepçelerini kırmaya karar verenlerin manifestosudur. Biz bir başkasıyız, ve bu başkası her an yeni bir düşünceyle, yeni bir umutla doludur.
Rimbaud’un isyan ateşini taşıyan ifadesi, insanın kendini sürekli olarak yeniden tanımlama yeteneğine bir selam gönderir. İçsel dünyamızın derinliklerine dalarız, kelimelerin büyüsünü takip ederiz. Her kelime, her cümle, bir öncekinden farklı bir bakış açısını temsil eder. İç dünyamızın labirentlerinde kaybolurken, yeni bir başkası olma cesaretini taşırız. Soru şudur: İçsel dönüşüm, gerçek kimliğimizi bulma yolculuğunda bir yol mu, yoksa bir uçurum mu? Yanıt, her birimizin kendi içsel yolculuğunda keşfetmesi gereken bir sır ve hayatın derin bir bilinmeyeni olarak kalır.
Gerçek kimliğimizi bulma yolculuğunda, her an bir başkası olmanın anlamı, aslında kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi daha iyi anlamamızdır. Bu yolculukta uçurumların varlığı, bir özgürlük ve büyüme potansiyeli sunar. İçsel dönüşüm, bizi gerçek kendimize yaklaştırırken, kimliğimizin sınırlarını zorlamamızı sağlar. İşte bu yüzden, belki de bir başkası olmanın ardında yatan gerçek anlam, aslında kendimizi bulmaktır. İçsel dönüşüm, kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi araştırmanın sonsuz bir yolculuğudur ve bu yolculukta uçurumlar, keşfetmeye değer gizemler barındırır. İçsel yolculuğun zirvesine ulaştığımızda, belki de gerçek olan şey, kendimizi bulmamız ve bu sonsuz yolculuğun ise sadece bir başlangıç olduğunu anlamamızdır.
İçsel dönüşümün sırrını çözmek, kimliğimizi ararken bazen bizi uçurumun kenarına sürükler gibi görünür. Eski kimliklerimizi terk ederken, bilinmeyene atarız kendimizi. Ancak bu uçurumlar, aslında derinliğimizin keşifleri için gereken cesaretin ta kendisidir. İçsel yolculuk, sıkışmış bir zihnin ötesine geçmektir, yeni bir başkası olmanın kapılarını aralamaktır. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Beni ara, seni bulayım.” İşte bu ifade, sadece coğrafi sınırların ötesine değil, aynı zamanda kendi iç dünyamızın derinliklerine doğru bir yolculuğu simgeler. Ömer Hayyam’ın şiirlerinde de bu arayışı buluruz. Kimileri doğunun gizemine ve kimileri batının rasyonalitesine yaslanır, ancak asıl sır, her ikisinin de ötesindedir.
Işık, ne doğudan ne batıdan gelir; Işık içimizden yükselir!
Annelerin mitolojik öykülerdeki kutsal rolü, günlük yaşamda taşıdıkları önemi yansıtır. Beşik sallayan el, sadece bir çocuğun dünyasını değil, tüm insanlığın kaderini belirler. Bu nedenle, annelik sadece biyolojik bir olgu değil, aynı zamanda insanlığın varoluşunu sürdürme ve yolunu aydınlatma sürecindeki en temel unsurdur.
Anadolu mitolojisinde anne kavramı, toplumun temelini oluşturan bir yapı taşıdır. Kartal (Ana) figürü, bazı Türk boylarının soyunun kökeni olarak kabul edilir; kısır kadınların çocukları olması için kartala dilekler sunması bu inancı pekiştirir. Ağaç (Ana), soyun devamı ve türeme unsuru olarak önemlidir. Özellikle (Ulu) Kayın Ağacı, Tanrı Ağacı olarak kabul edilir ve doğurganlığı simgeler. Annelik, çocuk sahibi olma arzusunun ve toplumdaki saygınlığın bir göstergesi olarak değerlendirilir. Ak Ene, ışığın ve sevginin sembolüdür. Tanrı Ülgen’e ilham veren ilk varlık olarak, suyun yaratıcı gücünü sembolize eder. Diğer önemli bir figür olan Umay Ana, doğanın ve yaşamın şefkatinin temsilidir. Tarlaların ve bahçelerin koruyucusu olarak kabul edilir ve doğum sırasında ve sonrasında kadınlara güç ve koruma sağladığına inanılır. Umay Ana’nın varlığı, insanın doğayla olan derin bağını ve doğurganlığın kutsallığını yansıtır. Umay Ana’nın, hamile kadınların doğum sancılarını azaltmaya yardımcı olduğu ve doğumdan sonraki üç günlük süreçte kadının başında beklediği düşüncesinden dolayı bazı toplumlarda, birçok davranışta ve eylemde “Umay Ana” dan bahsedilmektedir. Hatta doğum başta olmak üzere bütün işlerin kolay geçmesi amacına yönelik olarak söylenen “Benim elim/kolum değil Umay Ana’nın eli/kolu, benim yolum değil Umay Ana’nın yolu” ifadesi ile evde yalnız kalan çocuklar için “Umay Ana’ya bıraktım”, yolculuğa uğurlanırken “Umay Ana’ya havale ediyorum” ve koruma düşüncesi çerçevesinde “Umay Ana korusun” gibi tabirlerin kullanılması, Umay Ana’nın hem elinin bereketinin hem de onun koruyuculuğunun bir işareti olarak yorumlanmaktadır.
Geçmişten günümüze, annelik kavramında anne sütü kutsal ve besleyici bir rol oynamaktadır. Mitolojide, Kartal (Ana) ve Ulu Ana gibi varlıkların sütü, çocuklara ruh veren bir güç olarak kabul edilir. Şaman adayları, kanatlı bir geyik veya kartalın sütüyle büyütülerek terbiye edilir, bu da anne sütünün ezoterik bilgilerin aktarımında önemli bir rol oynadığını gösterir. Anadolu mitlerinde geyik ve Yer Ana’nın kahramanlara sütten kesilinceye kadar annelik etmesi, annenin çocuğa karşı süt hakkını ve annelik bağını vurgular.
Annelik; kötülüklere ve düşmanlıklara karşı mücadele noktasında da savunma gerektiren önemli bir sorumluluğa sahiptir. Bu işlevin, destanlarda (ve masallarda) da genel olarak ideal bir eş veya anne olarak kadının; cesaretli, atılgan/girişken, becerikli, ata binebilen, kılıç kuşanabilen ve yeri geldiğinde savaş meydanlarında eşine yardım edebilen bir kahraman şeklinde ön plana çıktığı görülmektedir. Annelik, sadece çocuk için değil, aile için de koruyucu bir içgüdüdür. Türk destanlarında, annenin koruyuculuk ve fedakârlık gösterdiği anlar sıkça görülür. Örneğin, Boğaç Han’ın annesinin dağ çiçeklerini toplayarak onu tedavi etmesi, anneliğin zorluklara katlanma ve koruma içgüdüsünü açıkça gösterir.
Mitlerde de, Ulu Ana, Umay Ana ve Od Ana gibi dişil ruhlar koruyucu bir rol oynar. Özellikle Umay Ana, aile ve soyun koruyucusu olarak bilinir. Şamanlar, Umay Ana’ya dua ederek şefkatini ve yardımını dilerler. Annelik, koruyuculuk içgüdüsüyle şefkatli olmayı gerektirir. “Anne eli” motifinin önemi de bu noktada ortaya çıkar. Mitolojide ve halk inanışlarında, anne eli bereket, şefkat ve koruyuculuğun sembolü olarak kabul edilir. Anadolu geleneğinde, kahramanlar anne ve babalarının iznini almadan önemli adımlar atmazlar ve annelerin duaları, en makbul dualar arasında kabul edilir. Annelik, gerçekte, koruyuculuk ve rehberlik rollerini bir arada içeren bir kavramdır. Destanlarda, anneler genellikle çocuklarına nasihat veren ve düşüncelerine başvurulan bilge figürler olarak tasvir edilirler. Örneğin, Manas Destanı’nda Manas’ın yaralı olarak kurtulması üzerine annesinin sözleri, annenin bilgeliğini ve doğruluğunu vurgular. Mitlerde de, bilgelik ve öğreticilik rolünü üstlenen figürler vardır. Bu figürler, insanlara öğüt veren Sehen Han, mantıklı tavsiyelerde bulunan Yer Ana ve Ülgen’e doğruluk ve cesaret duygularını aşılayan Ak Ana gibi karakterlerdir. Ayrıca, rehberlik ve öğreticilik açısından Geyik ve Kurt gibi varlıklar da önemli roller üstlenirler.
Öte yandan, annelik, rehberlik, eğitim ve öğretim işlevlerini içerir ve çocuk ile annenin arasındaki ilişki, sosyal bağların temelini oluşturur. Anne, çocuğuna her türlü desteği sağlayarak ve yol göstererek onun yaşamını şekillendirir. Keloğlan masallarında görüldüğü gibi, anne çocuğa rehberlik eder ve öğretici bir rol üstlenir. Anne, çocuğun örnek aldığı bir figürdür ve özellikle kız çocuklarının yetişmesinde önemli bir rol oynar. Destanlarda erkek çocukların eğitimi de annenin önemli bir görevidir. Örneğin, Er Sogotoh’un annesine olan minnet ifadesi, annenin çocuğunu yetiştirmesinin önemini vurgular. Eğitim, ailede başlar ve anne, evdeki ilk öğretmendir.
Anadolu’nun kadim tarihine baktığımızda, anneliğin kutsal bir kavram olarak nasıl kabul edildiğine dair çok sayıda kanıt bulunmaktadır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan eserler, binlerce yıl öncesinden beri Anadolu’da anneliğin önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle Neolitik dönemde, ana tanrıçaların figürinleri ve diğer semboller, anneliğin doğurganlık, yaşamın kaynağı ve koruyucu bir güç olarak nasıl algılandığını yansıtmaktadır. Sosyolojik olarak, Anadolu’nun çeşitli medeniyetleri anneliği ailenin temel birimi olarak görmüş ve bu kavrama büyük bir saygı duymuşlardır. Hititler, Lidyalılar, Frigyalılar ve diğer pek çok uygarlık, annelerin aile içindeki rolünü ve toplumun yapılanmasındaki önemini vurgulamışlardır. Tarih boyunca Anadolu’nun dört bir yanında annelik, yaşamın merkezi olarak kabul edilmiştir. Anadolu’nun çeşitli dönemlerinde yazılmış destanlar ve efsaneler, annelerin kutsal birer figür olarak nasıl görüldüğünü ve onların yaşamın devamı ve toplumun birliği için ne kadar önemli olduklarını anlatır. Bugün Anneler Günü’nün kutlanması, aslında Anadolu’nun derin annelik geleneğinin bir yansımasıdır. 1908 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan bu gelenek, zamanla dünyanın birçok yerine yayılmış ve Anadolu’nun kadim annelik kültürüyle birleşmiştir. Bu özel günde annelerimize olan minnetimizi ifade ederken, aslında Anadolu’nun binlerce yıllık annelik geleneğini de kutlamış oluyoruz. Anneler Günümüz Kutlu Olsun…
“Yitirilmiş bir ülkeyim ben, sürgünler geçmiş içimden…”
Murathan Mungan
Göç, yalnızca adımların yön değiştirmesi değil; insanın, kendi içine doğru yaptığı en uzun yolculuktur belki. Bazen bir valizin içine sığmayan geçmişle, bazen bir dilin kıyısında donup kalmış cümlelerle başlar. Ve her göç, bir anlatıdır; kimi zaman kırık dökük bir ağıt, kimi zaman yeniden yazılan bir masal… Edebiyat, göçün susturamadığı sesi olur. İçimizden taşan, ama dışımızda yankı bulamayan o kırık sesten doğar cümleler. Tıpkı bir nehir gibi, farklı coğrafyalardan akar; ama sonunda aynı denize, insan kalbine varır.
Vladimir Nabokov’un kelimeleri, sürgün acısıyla yoğrulmuş bir hafızanın puslu aynası gibidir. Solgun Ateş’te, yerinden edilmiş bir benlik, dilin labirentlerinde kaybolur. Çünkü göç, en çok da dili yorar; sözcüklerin altı boşalır, cümleler köksüzleşir.
Amin Maalouf’un Semerkant’ında ise göç, bir zaman kaymasıdır. Ne tam geçmişte ne bugünde; bir belirsizliktir yaşamak, boşlukta salınmaktır kimlik.
Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi, göçün sadece insana değil, toprağa da dokunan yönünü anlatır. Göçen yalnızca insanlar değildir; masallar, efsaneler, dağlara sinmiş diller de yer değiştirir. Göç, bazen bir halkın hafızasını yerinden eden nehirdir.
Ve Jhumpa Lahiri… Kadınlarının sesi yoktur ama suskunlukları yankılanır. Yabancı bir ülkede, yabancı bir evde, yabancı bir aynada kendini tanımaya çalışan o kadınlar, göçün görünmeyen yüzünü taşırlar içlerinde: Aidiyetin suskun sorgusu.
Bir başka güçlü ses: Edwidge Danticat. Brother, I’m Dying’de, göç sadece bir kurtuluş değil; geride kalanların hayaletiyle yaşanan bir vicdan azabıdır. Göç bazen yaşamak değil, hayatta kalmaktır. Ve hayatta kalmak, anlatmayı gerektirir yoksa insan, kendi içinden silinir.
Göç, edebiyat için bir tema değil; bir varoluş biçimidir. Göçmen yazar, kelimelerle ikinci bir vatan kurar kendine. Her harf, kaybedilen bir evin taşlarıdır artık. Her cümle, yeni bir yuvanın temeli olur, belki. Bu yüzden, göç edebiyatı sadece kayıpların değil, buluşmaların da hikâyesidir. Farklı diller, farklı acılar, farklı umutlar bu edebi nehirde birbirine karışır. Sular bulanır zaman zaman, ama o bulanıklıkta hakikat parlar. Okur, o nehirde hem başkasını tanır hem kendine rastlar.
Göçün sesi çok dilli, çok katmanlı, çok derindir. Bir çocuğun ilk yabancı kelimesinde, bir annenin göz kapaklarına sinmiş uzaklarda; bazen bir tren biletinde, bazen de kimliği unutulmuş bir mezar taşında yankılanır. Ve edebiyat, bu yankının belleğidir. Nihayetinde edebiyat da bir göçtür: Kelimeler bir dilden ötekine, anlamlar bir kalpten diğerine göç eder. Ve biz, her iyi metinde biraz daha evimize yaklaşır, biraz daha içimizde kayboluruz. Hiçbir yer artık yuva değildir ama her kelime, biraz sığınaktır…
Binaların gölgesi uzadıkça, biz de uzuyoruz zamanın içinde. Her şeyin yerli yerine oturmadığı, ama yine de bir şekilde aktığı bir düzende, bir çocuğun muazzam hevesiyle, ama yorgun bir bilgenin ruhuyla dokunuyoruz şehre. Her sokak, her kaldırım çizgisi, her çatlak bir anlam taşıyor; bizse, bata çıka, dalgalı bir denizin üzerinde durmayı başarmış bir cambaz gibi yakalıyoruz hayatı; şehrin tam ortasında…
Kentin kalabalığı, yalnızlıktan örülmüş ince bir ağ gibi seriliyor üstümüze. Bir yandan insanlar yan yana, omuz omuza; öte yandan kimse kimseye değmeden geçiyor günler. Şehir hem iç içe geçmenin hem de geri çekilmenin mekânı. Her apartman, bir suskunluk yığını; her pencere, içeride neler olup bittiğine dair sonsuz bir bilinmezlik. Ve biz, bu bilinmezliğe bakarken, sosyolojiyi hatırlıyoruz. Gündelik olanın içinde gizli olağanüstülüğü, sıradan davranışların taşıdığı derin yapıları…
Yokuşlarda nefesi kesilen yaşlılar, sabahın köründe işe yetişmeye çalışan bedenler, geceyi gündüze katan neon ışıkları… hepsi birer gösterge. Hepsi, bir şehrin kimliğini oluşturan sessiz cümleler. Ve biz, birer kelime gibi düşüyoruz o cümlelerin arasına. Her gün yeniden yazılıyoruz.
Çünkü şehir sadece bir yer değildir; bir duygudur, bir çarpıntıdır, bir yorgunluktur bazen. Kentin ortasında yürürken kendimize rastladığımız olur; ya da kendimizden kaçtığımız. Toplumsal roller burada giyilir, çıkarılır, yamalanır. Göçmen olmak, kadın olmak, işsiz olmak, genç olmak… şehirde her kimlik bir başka yankı bulur. Sesin duvara çarpıp geri dönmesi gibi, biz de kentle konuşuruz. Kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman isyanla.
Ve yine de…
Yine de devam ederiz. Her gün aynı sokaktan geçerken, kaldırım taşına sinmiş bir yalnızlığı fark ederiz belki. Aynı köşede duran simitçinin sabrında, aynı otobüs durağında bekleyen bedenlerin yorgunluğunda bir şey bizi çeker. Şehir, aslında tam da oradadır: Durağan olmayan, ama hiç durmayan bir devinim olarak. Biz onun içinden geçerken, o da bizden geçer.
Ve o anda…
Kentin sosyolojisi, sadece bir kuram değil, bir sezgiye dönüşür. Bir bakışta çözülür yapı, bir yürüyüşte hissedilir sınıf, bir suskunlukta anlaşılır aidiyet. Şehir, görünmez bağların sahnesi olur. Ve biz, her gün yeniden cambaz oluruz. Düşmeden, ama hep düşme ihtimaliyle, ince bir çizgide yürür gibi…
Sessizlik… Ama bu, bildiğimiz o huzurlu, dingin sessizliklerden değil. Parmak uçlarımızın cam ekrana değdiği, ama bir türlü birbirimize ulaşamadığı bir yalnızlığın içinden süzülüp gelen, yeni ve tuhaf bir sessizlik. Çevrimiçiyiz. Hepimiz. Her an. Fakat nedense kimse tam anlamıyla burada değil.
Mesajlar yazılıyor, gönderiliyor, okunuyor, ama yanıt gecikiyor, bazen hiç gelmiyor. Cümlelerin sonuna koyduğumuz nokta bile kırıcı olabiliyor artık. Bir çevrimiçi statünün varlığı bile yetiyor bizi umutlandırmaya… Ama orada olan, çoğu zaman sadece bir ikon değil mi? Bir hayalet gibi dolaşıyoruz birbirimizin ekranlarında.
Dijital çağ, bağlantıyı vaat etti bize. Ve evet, bağlandık da. Ama neye? Birbirimize değil çoğu zaman. Sıklıkla sadece içimizde büyüyen görünmez boşluklara. Kelimeler çoğaldı, ama anlam daraldı. İletişim arttı, ama temas azaldı. Ve biz, bu ters orantının ortasında yavaşça çözülmeye başladık. Kendi sesimizin yankısı bile ulaşmaz oldu kendimize. Bir zamanlar göz göze gelerek kurduğumuz bağları, artık çift tiklere, mavi baloncuklara emanet ediyoruz. Kırgınlığımızı emojiyle ifade ediyor, sevgimizi Giflere sığdırıyoruz. Ve içimizde sessizce büyüyen o şeyi tarif edecek bir kelime bulamıyoruz. Belki de bu yüzden daha çok yazıyoruz, daha çok paylaşıyoruz, daha çok görünmek istiyoruz. Çünkü görünmez kalmak, bu çağın en büyük korkusu… Ancak, bu görünürlük de başka bir yalnızlık biçimi. Herkesin birbirini izlediği, ama kimsenin kimseye tam olarak temas etmediği bir boşluk hissi. Fotoğraflarımıza gelen beğeniler, hikâyemize bakan gözler, bazen sadece rakamdan ibaret.
Görülmek için var oluyoruz; ama görülmek artık anlaşılmak değil. Ve biz, yine bata çıka, bu sessizliğin içinde bir anlam kurmaya çalışıyoruz. Yorgun bir bilgenin sabrıyla, ama içimizde hâlâ yaşayan o çocukla birlikte…Dokunabileceğimiz bir cümle arıyoruz. Bir ses… Bir yüz… Gerçek bir karşılık…
Çünkü bazen sadece bir “merhaba” kurtarabilir insanı.
Ve bazen… sadece çevrimdışı olmak gerekebilir gerçekten var olabilmek için.
Dün gibi aklımda, 1999 yılında yaşadığımız Marmara Depremi. Gece yarısı adeta bir kıyamete uyanmıştık. Yüksek katlı blokların birbirine doğru hareketlerini şaşkınlıkla izlerken hatırlıyorum kendimi. Kızaran gökyüzü birer parça bırakmıştı gözlerimizde. Sonrası arabalarda, çimlerde geçirilen uykusuz geceler, enkaz görüntüleri, panik atak tedavileri… Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı hayatımızda. Ancak, devam etti depremler. Her giden beraberinde götürüyordu sanki öncekini. Canımız yanıyordu bir daha, bir kez daha… Kimimiz kaderci yaklaşıyorduk konuya, kimimiz akılcı yaklaşmanın ve bilimden uzaklaşmamanın önemini anlatıyorduk seslerimiz kısılırcasına. Kısır bir döngüde azalıyorduk an be an. Söylediklerimiz kadar farkında mıydık emin değilim. Kendimize ve geleceğimize yardım etmeyen bizler, her defasında yeni yardımlar göndermek üzere kenetleniyorduk. İçimizden biri de çıkıp demiyordu ki; bu kenetlenme deprem bilinci konusunda olsa ya!
Bütün bunlar, kendimize kendimizi iyi bir insan olarak gösterme çabasıydı bence. Sahi siz hiç nefret ettiniz mi iyi insan olmaktan?
Sahte ve empatisiz üzüntüler de yapıştırılıyordu bazı dudaklarının kenarına. Çantacı iş takipçileri çadır ve konteynerlerin kademe kademe pazarlamasıyla ilgili büyük bir koşuşturma içindeydiler. Duyanlar, bilenler, görenler yok muydu sanki?
Depremzedeleri de unuttuk. Son yaşanan depremi bırakın, çok daha önce gerçekleşen İzmir depremini yaşayanların dahi sorunları devam etmekte. Depremlerden ders çıkaran bir çalışma, şehir planlaması hala yok. Her deprem sonrası görevde bulunan mevcut iktidarlar deprem bölgelerine konut ihaleleri açıp yandaşlarına rant sağlarken; kalıcı çözüm yollarını üretmek ve hayata geçirmek için çaba görmüyoruz. Depremzedeler temel ihtiyaçları, yaşamsal sorunlarında yalnız. Öte yandan bu felaketlerde bütün sorumluluk iktidardaymış gibi görünse de yerel yönetimlerin sorumluluğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Zira, şehir planlamaları yapılırken tamamen ranta ve betonlaşmaya dayalı imar çalışmaları devam ettikçe, insanların depremle yüz yüze kalması, yaşamsal alanların azalması gibi riskler de artarak devam edecek. Uygun olmayan zeminlerde çok katlı inşaatların yapımları sürerken, elimizde kalmış son yeşil alanlar da tüketiliyor. Bu bağlamda gerek ana iktidar gerek yerel yönetimler aynı sorumluluk bilinci ile belli bir dayanışma çerçevesinde birlikte hareket etmeliler. Günü kurtarmak adına şehirleri makyajlama çalışmalarından çok, güvenli yaşam alanları oluşturulması için ortak hareket etmelerinin zamanı geldi geçiyor.
İtiraf edelim. Vatandaş olarak, birey olarak bizler de suçlu ve sorumluyuz. Sadece laflarımız büyüyor ağzımızın boşluğunda. Hızla makyajlanan şehirlerin içinde ilkel benliğimize ya da nefsimize yeniliyoruz. Göğe yükselen; trilyonluk toplu mezarlara sormadan, araştırmadan talip olmaya devam ediyoruz. Kolayca unutuverdik yine geçmişi, kolayca unutuluvereceğimiz bir döngüye dek sürecek bu. Bilimin olmadığı yerde yinelenecek felaketler kaçınılmazdır çünkü. Yeni bir depremin acısı söküp çıkaracak eskisini yüreğimizden. Kimimiz depremzede olarak devam edecek yaşamına, kimimiz depremzade…. Farklı bir şehirde sobelenene dek, saklambaç oynamaya devam ölümle…
Şehrine sahip çıkmayan bir toplumun parçası olmanın acizliği ve acısı içinde atıyorum adımlarımı. Sahi, doğa bizi neden böylesi korkutuyor? Yaşanan sel ve deprem gibi afetlerin ardından küçük bir çocuk gibi ağlayan yüreklerimiz nasıl da çabuk susuyor, unutuyor, gülümseyebiliyor? Hayat devam ederken öylece yürüyorum, kalabalıkların arasına…Nasıl yaşadığımıza bakıyorum.
Koca şehirde yer yokmuşçasına ilçelerde 8-9 kat, şehir merkezinde 12-15 kata yükselen binalarda nasıl yaşadığımıza bakıyorum. Şehirlerin benliğini yok ederek yaratılan yeni görünümlerine, çirkin beton yüzlerine alışmak söylemlerde mümkün değil. Ancak, pratikte Devlet “Deprem bölgesi olan şehirlerde bu kadar kat çıkamazsın” demiyor, bizler de “Ben bu apartmanda oturmam” demiyoruz. Konutların satıldığını gören inşaat firmaları ve müteahhitler daha yüksek ve çirkin bina yapma yarışına girmiş gibiler. El birliği ile an be an ölüyoruz.
Benimle yaşıt bir karar var oysa. Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansında, kalkınma ve sanayileşme politikalarının doğurduğu çevresel sorunlara dikkat çekmek için 5 Haziran tarihi, “Dünya Çevre Günü” ve 5 Haziran sonrası devam eden hafta da “Dünya Çevre Haftası” olarak kabul edilmiş. Kutup bölgelerinden yağmur ormanlarına, Amerika`dan Asya`ya kadar, dünyanın dört bir yanında etkileri ortaya çıkan, tüm canlı varlığını tehdit eden felaketler yaşanırken; bu felaketlerin esas kaynağı olan insanlar çeşitli etkinlik ve somut olmayan söylemlerle kutlama yapacaklar. Enerji politikalarından kaynaklanarak çığ gibi büyüyen karbon salınımı atmosferde tehlike çanlarının çalmasına neden olurken, yapımına devam edilen nükleer santraller, artan kimyasal atıklar, kentlerin beton yığınlarına çevrilmesi, yeşil ve sulak alanların yok edilmesi, tarım alanlarının yapılaşmaya açılması, insan dahil olmak üzere birçok canlıyı, çevreyi ve kültür varlıklarını katleden çatışmalar, savaşlar, yeni çevre sorunlarına neden olacak uygulamalar ve daha birçok neden yok oluşumuzu hızlandırırken neyin kutlanılacağı ya da kutlamaların samimiyeti ise bana göre tam bir muamma.
.
Ülkemizi ve çevreyi birer “rant” aracı olarak gören anlayışa ancak bilim ve eğitimle karşı çıkılabileceğini hatırlatmak isterim. Çevre, doğa ve yaşam alanlarının talan edilmesine karşı
doğal hayatın, tarihin ve kültürel varlıkların korunmasının; sürdürülebilir çevre politikalarının uygulanmasının yolu elbette önce vicdan ve samimiyetten sonra da farkındalık ve eğitimden geçiyor. Çarpık kentleşmeye son vermek, Toplu taşımaya yönelmek, Orman yangınlarına karşı önlem almak, Suları kirletmemek, Toprak erozyonuna karşı tedbir almak, Bilinçsiz ilaçlama ve gübrelemenin önüne geçmek, inşaatlar yapılırken yeşil alan kısmına önem vermek, Geri dönüşümü günlük yaşamımızın parçası haline getirmek de yapılabilecek şeylerden bazıları.
Çevreyi kendi yararı için kullanan çıkar çevrelerinin bir parçası olmak: insanla birlikte tüm canlıların yaşamını tehdit etmek demektir ki; içinde mutlaka sevdikleriniz de vardır… Dünya Çevre Gününüz Kutlu Olsun, çıkar çevreleri hariç!
Her göç hikayesi aynı zamanda bir ayrılık ve kucaklaşma hikayesidir. Göç, sadece coğrafi bir değişim değil, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve kültürel bir fenomen olarak ele alınmalıdır. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) özelinde göçmen sayıları ve nedenleri, sadece istatistiklerle değil, aynı zamanda sosyolojik bir bakış açısıyla incelenmelidir. Bu kapsamlı değerlendirme, göçün toplumsal dokuya, kültürel çeşitliliğe ve siyasal dinamiklere olan etkilerini anlamamıza olanak tanır.
Göç, sadece coğrafi bir değişim değil, aynı zamanda derin duygusal katmanlara sahip, karmaşık bir süreçtir. Her göç hikayesi, bireylerin ayrılık acılarıyla başlayıp, yeni bir yerde kucaklaşma umuduyla devam eden bir öyküdür. Bu öyküler, sadece fiziksel yolculukları değil, aynı zamanda insanların kimlik arayışları, kültürel bağları ve toplumsal entegrasyon çabalarını içerir. Öyleyse göç, aynı zamanda ayrılıkların ve kucaklaşmaların izini taşıyan bir serüvenin adıdır.
Kıbrıs, tarih boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve bu süreçte göçlerin kesişim noktası olmuştur. Tarihöncesinden itibaren Kıbrıs üzerinden gerçekleşen göçler, adanın tarihini şekillendiren önemli bir unsurdur. Kıbrıs’ın stratejik konumu ve zengin doğal kaynakları, bölgedeki farklı uygarlıkların ilgisini çekmiştir. Mikenler, Fenikeliler, Asurlular, Romalılar ve Bizanslılar gibi medeniyetler, Kıbrıs’ı farklı zamanlarda egemenlikleri altına almışlardır. Bu süreçte, farklı kültürlerin ve halkların adaya yerleşmesi, göçlerin başlangıcını oluşturmuştur. Orta Çağ’da, Müslüman Araplar ve Selçuklular, Kıbrıs’ı ele geçirmiş ve adanın demografik yapısını etkilemiştir. Daha sonra, Haçlı Seferleri kapsamında adayı fetheden Latin Krallığı, Latin nüfusunun Kıbrıs’a yerleşmesine neden olmuştur. Lüzinyan ve Venedik dönemlerinde, Kıbrıs’ın ticaret ve tarım potansiyeli, adaya yeni göç dalgalarını çekmiştir. Bu dönemde, adanın sahibi olan devletlerin politikaları, Kıbrıs’ın demografik yapısını belirlemede etkili olmuştur.1571’de Osmanlı İmparatorluğu’nun Kıbrıs’ı fethetmesiyle birlikte, adanın nüfusu Osmanlı İmparatorluğu’na katılmış ve farklı etnik gruplar arasında göçler yaşanmıştır. Osmanlı döneminde, Kıbrıs’ın ekonomik potansiyeli ve stratejik konumu, adaya olan ilgiyi sürdürmüştür. Osmanlı döneminde, Kıbrıs’ın zengin tarım alanları ve stratejik konumu, adaya olan göçleri teşvik etmiştir. Farklı coğrafyalardan gelen göçmenler, adanın çeşitli bölgelerinde yerleşmiş ve kendi kültürel izlerini bırakmışlardır. Bu dönemdeki göçler, Kıbrıs’ın etnik ve dini çeşitliliğini artırmış ve adanın karmaşık dokusunu oluşturmuştur. 20.yüzyılın ortalarında, Kıbrıs’ın bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte, adada yaşayan Türk ve Rum toplulukları arasında göçler ve yer değiştirmeler meydana gelmiştir. 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında ise adanın kuzeyinde Türk kökenli nüfusun, güneyinde ise Rum kökenli nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgeler arasında göçler yaşanmıştır. Göçmenlerin kendi toplumsal ve kültürel bağlamlarını sürdürme çabaları, yeni bir devletin inşasındaki etkileyici rolü düşündürücüdür. Bu tarihsel arka plan, Kıbrıs’ın göç adası olma özelliğini güçlendiren unsurları içermektedir.
Benim için Kıbrıs’ı bir “GÖÇ ADASI” olarak tanımlamak, bu toprakların sadece coğrafi değil, aynı zamanda derin duygularla işlenmiş bir mozaik olduğunu ifade etmek anlamına gelir ve Göç adasının hareketleri, sadece sayılarla değil, aynı zamanda sosyolojik bir perspektif ile incelenmelidir.
Göç, sadece coğrafi sınırları aşan bir değişim değil, aynı zamanda milletlerin kaderini de belirleyen bir güçtür. Türkiye, bu toprakların göç ile şekillenen güncel gerçekliğinde, sadece ekonomik bir güç değil, aynı zamanda binlerce yıllık tarihine damgasını vuran bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Kıbrıs, bu tarihi gücü ve göç ile yoğrulmuş kimliğiyle, bir milletin dirilişinin simgesidir.
Türkiye’nin küresel göç sahnesindeki lider rolü, sadece ekonomik değil, aynı zamanda bir milletin varoluş mücadelesini temsil etmektedir. Kıbrıs’ın topraklarındaki göçler, sadece demografik bir değişimi değil, aynı zamanda bir milletin birliğine yapılmış olan katkıyı da içermektedir.
Göç, disiplinli bir yaklaşımla ele alınmalı, sadece sayısal verilerle değil, farklı bakış açıları ve sosyolojik analizlerle zenginleştirilmelidir. Bu, göçün sadece coğrafi bir değişim olmanın ötesinde, kültürel, sosyal ve duygusal bir deneyim olduğunu vurgular. Her göçmenin yaşadığı, bir milletin tarihinde iz bırakan bu hikayeler, çok disiplinli bir perspektiften incelendiğinde daha derinlemesine anlaşılabilir. Her göç hikayesi bir milletin hafızasını taşır ve kültürel zenginliğini yansıtır.
Göçmenler yüreklerinde, kendi vatanlarından uzaklara savrulmuş bir umut taşırlar. Bu umut, yeni bir hayata, daha iyi bir geleceğe dair parlak bir ışıktır. Ancak, bu yolda karşılaştıkları zorluklar ve onları saran suçla ilgili yanlış algılar, bu umudu sıklıkla gölgelerle örter. Gerçekte, bu yolda yürüyenlerin çoğu, sevgi ve dayanışma ile dolu bir entegrasyon isteğini taşır, ancak toplumsal önyargılar bu isteği gölgede bırakabilir. Bu sebeple, göç ve suç arasındaki ilişkiyi anlamak, sadece soğuk istatistiklerle değil, aynı zamanda insanların içindeki duygusal yolculuğu da göz önüne almayı gerektirir.
Son dönemlerde, küresel düzeyde yaşanan göç hareketleri ve mülteci akışları, sadece coğrafi sınırları değil, aynı zamanda toplumsal ve politik meseleleri de derinden etkileyen bir hale gelmiştir. Göçmenlerin ve mültecilerin suç algılarıyla ilişkilendirilmesi, medyanın ve siyasi söylemin etkisiyle zaman içinde çarpıtılmış ve geniş kitleler arasında yanlış bir kanı oluşturmuştur. Ancak bu noktada, gerçeklere daha derinlemesine bir bakış sunarak bu yanlış algıları aydınlatmak, göç ve suç arasındaki kompleks ilişkiyi sosyolojik bir perspektifle ele almak, günümüzde giderek daha fazla bir önem taşımaktadır.
Sosyolojik bir bakış açısının göç hareketlerinin suç oranları üzerindeki etkilerini açıklaması ve bu konuda yapılan araştırmaların öneminin vurgulanması, bu alandaki bilgi birikimini zenginleştirecek ve daha sağlıklı bir anlayışa ulaşmamıza katkı sağlayacaktır. Araştırmalar, genellikle göçmenlerin yerel nüfusa göre benzer veya daha düşük suç oranlarına sahip olduğunu göstermektedir. Bu noktada, göçmenlerin genellikle yeni bir hayat kurma amacıyla gittikleri ülkelerde topluma entegre olma süreçlerine odaklandığı bilinci, göç ve suç arasındaki ilişkiyi daha doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olabilir.
Ancak, düşük gelirli bölgelerdeki göçmen gruplarını etkileyebilecek sosyal dinamikler ve ekonomik koşullar, göz ardı edilmemelidir. Algıların ve medyanın rolü de bu noktada önem kazanmaktadır. Medya, suç haberlerini seçerek ve sunarak toplumun algısını şekillendirebilir. Göçmenlerle ilgili suç haberlerinin öne çıkarılması, halk arasında yanlış bir algı oluşturabilir. Oysa ki, suç istatistikleri göçmenlerin genel olarak suç işleme eğiliminde daha düşük bir orana sahip olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, medyanın daha dengeli ve gerçekçi bir bakış açısı sunması, toplumsal algıları doğru yönlendirmede önemli bir rol oynamaktadır.
Göç ve suç ilişkisi, aslında daha geniş bir toplumsal entegrasyon sorununun bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Göçmenlere ve mültecilere yönelik ayrımcılık ve dışlanma, suç riskini artırabilir. Bu sebeple, toplumsal entegrasyon çabaları; dil eğitimi, iş imkanları, kültürel uyum desteği gibi faktörleri içermelidir. Bu tür çözümler, göçmen gruplarının topluma daha iyi entegre olmalarına ve suç oranlarını düşük tutmalarına yardımcı olabilir.
Bu bağlamda, göç ve suç arasındaki ilişki, istatistiksel verilerin ötesinde insan hikayeleri ve sosyal dinamiklerle de anlaşılmalıdır. Yanıltıcı algıların toplumsal dinamikleri etkilediği bir ortamda, gerçeklere odaklanmak ve bu gerçekleri anlamak, daha adil bir toplumun temelini oluşturabilir. Medyanın ve toplumun bu gerçekleri anlaması, daha adil ve anlayışlı bir toplumun inşasına katkı sağlayabilir. Toplumsal entegrasyon çabaları, suçla ilişkilendirilen yanlış algıların azaltılmasında ve göçmenlerin toplumlarına daha etkin bir şekilde entegre olmalarında kritik bir rol oynar. Daha adil bir dünya için, eleştirel bir bakış açısı benimsemek ve gerçeklere odaklanmak elzemdir.