Toplumsal psikolojik süreçler ve davranışlar

Bayram Coşkusunun Gölgesinde: Çocuk İşçilerin Unutulmuşluğu

Ramazan Bayramı’nın coşkusunu geride bırakırken, 23 Nisan Çocuk Bayramı’na doğru ilerlerken, unutulmaması gereken önemli bir gerçek var: çocuk işçilerin hala varlığını sürdürmesi. Bayramların neşe ve sevgi dolu atmosferi, maalesef bu çocukların hayatında bir lüks olmaktan çok uzak. Fabrikalarda, tarlalarda veya sokaklarda, yaşamlarının en değerli dönemlerinde çalışarak, çocukluklarını kaybetmiş durumdalar. Onların sesleri, bayram sevincinin arasında duyulmalı ve hakları için mücadele etmeliyiz.

İçi boş beyaz bir kumaş mendilin hayal kırıklığıdır, benim çocukluğumda bayram. Kimine göre torba torba doldurulmuş bayram şekerleri ve cep harçlıklarıdır, bilirim.  Yeni giysilerini giyinmiş, gözleri ışıl ışıl parlayan çocuklardır sokaklarda. Belki boynu bükük yetim bir çocuğun özlem duyduğu babasının elleri? Mahalledeki zengin çocuğun havalı bisikletidir? ya da karnının güzelce doyduğu bir an, yanaklarına renk gelmiş annenin gülümsediği?  

Yüzlerdeki çizgileri severim bu yüzden. Yaşanmışlıklarını anlatır insanın, geçmiş anılarını, geçmemiş acı ve mutluluklarını anlatır. Özel günlerin de muhakkak bir hatırası saklıdır orada. Fikrimce benim yaşımdakilerin de yüzlerinde bir bayram çizgisi asılı durmaktadır. Estetiğe karşı olduğumdan değil, yaşanmışlıklara ve samimiyete olan tutkumdandır belki. Yüzlerdeki çizgileri severim…  

Çocukluk günlerinin bayramları da tıpkı çocukluğun tamamında olduğu gibi, herkes için güzel anılarla dolu değildir. Kim bilir belki de bu nedenledir bayramlarda uzaklaşmamız? Sahi, ailemizden ötede gidilen tatiller, çocukluğun acılarından da uzaklaştırır mı bizi?

Oysa bayram demek barış demektir. İnsana ve insanlığa dair ne varsa içindedir. Saygı, şükür, dayanışma, sevgi…Veren elin alan elden üstün olduğunu hatırlamak ve yeni nesillere aktarmaktır; milli -manevi değerlerimizi…Şöyle bir bakıyorum da, etrafa yaşatabildiğimiz sadece bayram temizliği adı altında bir telaş ve hep tüketme gayreti. Haksız sayılamayacak nedenlerle maddi imkânı olanların yola çıktıkları 9 günlük Bayramı tatili. Kimi beton yığınlarının arasında bunaldığından söz ediyor giderken, kimi millet olarak geçirdiğimiz zorlu süreçlerden. Unuttuk mu?

6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli 7 şiddetinin üzerinde üst üste yaşanan iki büyük deprem, 11 ilimizi derinden etkiledi. Binlerce insanımız hayatını kaybetti, yüzbinlerce konut ve işyeri yıkıldı ve kullanılamaz hale döndü. Bölgede bir yandan enkazlar kaldırılıyor diğer yandan can pazarı yaşanıyordu. An be an izledik. Depremin yaşattığı acı, yarattığı kaygı yetmiyormuş gibi bir de ekonomik şartlar ve hayat pahalılığı ile savaşıyorduk. Bir çocuk, annesi karne hediyesi olarak 3 parça et aldı diye seviniyordu. Ağladık. Et yiyebilenler de et yiyemeyenler de bir olduk ve ağladık. Ayrıştırılma baskısı altında bir de seçim yaşadık. Seçme sorumluluğunu hisseden de hissetmeyen de kaygı duyuyordu. Turladık. Kızdık, umut ettik, inandık ya da mecbur hissettik.  Hep birlikte seçimi de atlattık. Yeminler, atamalar derken an be an izledik. Dolar ve altındaki yükseliş durmadı. Bazılarımız zenginleşti çoğumuz daha da fakirleştik. Sıkıldık, yorulduk. Tatile ihtiyacımız vardı. Tatil haktı.

Maddi imkanı olanlar yola çıktılar bile. Havalar da ısındı. Güzel memleketimizin her bir yanı ayrı bir cennet. Deniz mevsimi başladı. 9 günlük uzun bir tatil. Sınavlar ve yorucu bir eğitim-öğretim dönemi de bitti. Bir hesap yaptık. Oteldi, ulaşımdı, yemekti derken tatil parasını denkleştiremeyenlerimiz evlerinde kaldı. Tatil kimimize göre memlekete gidememek, kimimize göre günü birlik dahi olsa denize girememekti.  Tatil ayrıcalıktı.

Yüzünüzdeki çocukluğa dair bayram çizgileriniz neleri anlatır bilmem. Çocuklarımızın bayram çizgileri hep güzel olsa keşke. Çocuklukların kan ve gözyaşından muaf sayıldığı bir günde bayram gibi bir bayrama uyansak…İster hak- ister ayrıcalık tarafında olun, gerçek bir bayramın çocuk yüzünde hakikatli bir gülümseme olduğunu unutmayın. Bu gülümsemelere katkıda bulunmak ise daima elimizde.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na doğru yaklaşırken, çocuk işçilerin durumunu hatırlamak önemli. Bu özel gün, çocukların haklarını ve geleceklerini kutlamak için bir fırsat olmalı. Ancak, ülkemizde ve dünya genelinde hala milyonlarca çocuk, çocukluklarını yaşayamadan çalışmaya zorlanıyor.

İster hak sahibi ister ayrıcalıklı olsunlar, gerçek bir bayramın çocuk yüzünde hakikatli bir gülümseme olduğunu unutmamalıyız. Bu gülümsemelere katkıda bulunmak, çocuk işçilerin haklarını savunmak ve onların çocukluklarını geri kazanmalarına yardımcı olmak için hepimizin elimizden geleni yapması gereken bir sorumluluktur. Onların yüzlerindeki çocukluğun kaybıyla dolu çizgiler, içimizi sızlatırken, umut dolu bir yarın için çaba sarf etmekten başka seçeneğimiz yok. Her bir çocuğun, güvenli, sağlıklı ve mutlu bir çocukluk geçirmesi için birlikte mücadele etmeliyiz. Çünkü her çocuk, hayat dolu bir gülümsemeyle tüm bayramların tadını çıkarmayı hak ediyor.

Bayramınızı çok sevdiğim bir şiirle kutlamak isterim. Gerçekte bu bir bayram şiiri olmaktan öte; babasız, ümitsiz çocuklara karşı duyulan merhameti ifade eden bir metindir. Burada kendi çocuğuyla kimsesiz bir çocuğun bayramdaki hâlini gözlemleyen ve karşılaştıran merhametli bir babanın duygusu ve düşüncesi şiir dili ve söyleyişi ile dikkatlere sunulmaktadır. Duyarlılığımızı kaybetmeyeceğimiz, bayram gibi bayramlarımız olsun temennisiyle:

Haluk’un Bayramı

Baban diyor ki: ‘Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? … Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu rûy-ı zerd-i sefalet… Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!

Tevfik Fikret

(Terâne-i îdi: Bayram şarkıları
Meserret: Sevinç, mutluluk
Ruy-i zerd-i sefalet: Yoksulluğun solgun yüzü)

Cuma, 04 Temmuz 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyal Psikoloji
Gelmiş geçmiş asi yazarların isyan ateşini taşıyan kelimeleriyle, sıradanlığın ve toplumun dar kalıplarının sınırlarını zorlayan büyülü bir ifade belirir karşımıza:

Gelmiş geçmiş asi yazarların isyan ateşini taşıyan kelimeleriyle, sıradanlığın ve toplumun dar kalıplarının sınırlarını zorlayan büyülü bir ifade belirir karşımıza: “Ben bir başkasıdır!” Bu ifade, edebiyatın en asi seslerinden biri olan Arthur Rimbaud’un dilinden süzülen kelimeler aslında. Belki de, kimliğin ve insanın kendini ifade etme gücünün en derinlerine yolculuk etmeye bir davet…

Rimbaud, 19. yüzyılda, romantizmin karanlık ve karmaşık yollarında kaybolurken, bu sözü bırakır ardında. Kimlik bir maske olmaktan çok daha fazlasıdır, çünkü her an bir başkası olabiliriz. Kendimizi ve dünyayı yeni bir ışıkla görmek, bu asi şairin hediyesidir bize. Bizler, kelimeleri ufuk çizgisinde takip eden asi ruhların yolcularıyız.  Her cümlenin altında yatan gerçeği arayanlar, geceleri uyumayanlarız. Kendi içimizdeki isyanı kalemimizle keşfetmek, sıradanlığın tutsaklığından kurtulmanın yolu olmalı.

Toplumun kalıplarına sığmayı reddedenleriz biz. Kimliklerimizin sınırlarını zorlar ve yeni dünyalar yaratırız ilmek ilmek. Hatta bazen o ilmeklerin boğazımıza geçirileceğini bile bile sever, mücadele eder, aydınlığı izleriz. Rimbaud’un bu isyankâr ifadesi, bize her birimizin içinde mücadeleci güçlü bir ruh yattığını hatırlatır. Böylece, kendi içsel denizlerimizin derinliklerine dalarız, kelimelerin büyülü çağrısına kulak veririz. Bizler, insanların farklılıklarını ve çelişkilerini kucaklamak yerine, onları reddedenlerin karşısında duran asi yazarların kalemlerinin izini süreriz. Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır” dediği her an, yeni bir aydınlanmanın habercisidir çünkü; kendimize sıkça söyleriz.

Kelimelerin ateşiyle oynarız biz. Kimliğin esaretinden kurtulmanın ve gerçek özümüzü keşfetmenin çağrısını taşırız içimizde. Her kelime, her cümle, yeni bir başkası olmanın yolunu aydınlatır.  Yılmadan mücadele ederek üretmek , gitmek, bazen de gitmemek; yeni başlangıçları sevmek , geçmişin kayboluşuna izin vermemek; samimiyetsizliğin ve sıradanlığın kelepçelerini kırmaya karar verenlerin manifestosudur. Biz bir başkasıyız, ve bu başkası her an yeni bir düşünceyle, yeni bir umutla doludur.

Rimbaud’un isyan ateşini taşıyan ifadesi, insanın kendini sürekli olarak yeniden tanımlama yeteneğine bir selam gönderir. İçsel dünyamızın derinliklerine dalarız, kelimelerin büyüsünü takip ederiz. Her kelime, her cümle, bir öncekinden farklı bir bakış açısını temsil eder. İç dünyamızın labirentlerinde kaybolurken, yeni bir başkası olma cesaretini taşırız. Soru şudur: İçsel dönüşüm, gerçek kimliğimizi bulma yolculuğunda bir yol mu, yoksa bir uçurum mu? Yanıt, her birimizin kendi içsel yolculuğunda keşfetmesi gereken bir sır ve hayatın derin bir bilinmeyeni olarak kalır.

Gerçek kimliğimizi bulma yolculuğunda, her an bir başkası olmanın anlamı, aslında kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi daha iyi anlamamızdır. Bu yolculukta uçurumların varlığı, bir özgürlük ve büyüme potansiyeli sunar. İçsel dönüşüm, bizi gerçek kendimize yaklaştırırken, kimliğimizin sınırlarını zorlamamızı sağlar. İşte bu yüzden, belki de bir başkası olmanın ardında yatan gerçek anlam, aslında kendimizi bulmaktır. İçsel dönüşüm, kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi araştırmanın sonsuz bir yolculuğudur ve bu yolculukta uçurumlar, keşfetmeye değer gizemler barındırır. İçsel yolculuğun zirvesine ulaştığımızda, belki de gerçek olan şey, kendimizi bulmamız ve bu sonsuz yolculuğun ise sadece bir başlangıç olduğunu anlamamızdır.

İçsel dönüşümün sırrını çözmek, kimliğimizi ararken bazen bizi uçurumun kenarına sürükler gibi görünür. Eski kimliklerimizi terk ederken, bilinmeyene atarız kendimizi. Ancak bu uçurumlar, aslında derinliğimizin keşifleri için gereken cesaretin ta kendisidir. İçsel yolculuk, sıkışmış bir zihnin ötesine geçmektir, yeni bir başkası olmanın kapılarını aralamaktır. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Beni ara, seni bulayım.” İşte bu ifade, sadece coğrafi sınırların ötesine değil, aynı zamanda kendi iç dünyamızın derinliklerine doğru bir yolculuğu simgeler. Ömer Hayyam’ın şiirlerinde de bu arayışı buluruz. Kimileri doğunun gizemine ve kimileri batının rasyonalitesine yaslanır, ancak asıl sır, her ikisinin de ötesindedir.

Işık, ne doğudan ne batıdan gelir; Işık içimizden yükselir!

Sessizlik... Ama bu, bildiğimiz o huzurlu, dingin sessizliklerden değil. Parmak uçlarımızın cam ekrana değdiği, ama bir türlü birbirimize ulaşamadığı bir yalnızlığın içinden süzülüp gelen, yeni ve tuhaf bir sessizlik. Çevrimiçiyiz. Hepimiz. Her an. Fakat nedense kimse tam anlamıyla burada değil.

Sessizlik… Ama bu, bildiğimiz o huzurlu, dingin sessizliklerden değil. Parmak uçlarımızın cam ekrana değdiği, ama bir türlü birbirimize ulaşamadığı bir yalnızlığın içinden süzülüp gelen, yeni ve tuhaf bir sessizlik. Çevrimiçiyiz. Hepimiz. Her an. Fakat nedense kimse tam anlamıyla burada değil.

Mesajlar yazılıyor, gönderiliyor, okunuyor, ama yanıt gecikiyor, bazen hiç gelmiyor. Cümlelerin sonuna koyduğumuz nokta bile kırıcı olabiliyor artık. Bir çevrimiçi statünün varlığı bile yetiyor bizi umutlandırmaya… Ama orada olan, çoğu zaman sadece bir ikon değil mi? Bir hayalet gibi dolaşıyoruz birbirimizin ekranlarında.

Dijital çağ, bağlantıyı vaat etti bize. Ve evet, bağlandık da. Ama neye? Birbirimize değil çoğu zaman. Sıklıkla sadece içimizde büyüyen görünmez boşluklara. Kelimeler çoğaldı, ama anlam daraldı. İletişim arttı, ama temas azaldı. Ve biz, bu ters orantının ortasında yavaşça çözülmeye başladık. Kendi sesimizin yankısı bile ulaşmaz oldu kendimize. Bir zamanlar göz göze gelerek kurduğumuz bağları, artık çift tiklere, mavi baloncuklara emanet ediyoruz. Kırgınlığımızı emojiyle ifade ediyor, sevgimizi Giflere sığdırıyoruz. Ve içimizde sessizce büyüyen o şeyi tarif edecek bir kelime bulamıyoruz. Belki de bu yüzden daha çok yazıyoruz, daha çok paylaşıyoruz, daha çok görünmek istiyoruz. Çünkü görünmez kalmak, bu çağın en büyük korkusu… Ancak, bu görünürlük de başka bir yalnızlık biçimi. Herkesin birbirini izlediği, ama kimsenin kimseye tam olarak temas etmediği bir boşluk hissi. Fotoğraflarımıza gelen beğeniler, hikâyemize bakan gözler, bazen sadece rakamdan ibaret.

Görülmek için var oluyoruz; ama görülmek artık anlaşılmak değil. Ve biz, yine bata çıka, bu sessizliğin içinde bir anlam kurmaya çalışıyoruz. Yorgun bir bilgenin sabrıyla, ama içimizde hâlâ yaşayan o çocukla birlikte…Dokunabileceğimiz bir cümle arıyoruz. Bir ses… Bir yüz… Gerçek bir karşılık…

Çünkü bazen sadece bir “merhaba” kurtarabilir insanı.

Ve bazen… sadece çevrimdışı olmak gerekebilir gerçekten var olabilmek için.

Cuma, 06 Haziran 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyal Psikoloji
İntihar, kendi ruhuna tanıklık edenlerin anlatımında yok oluş değil, yaşamın en sancılı biçimde anlamlandırılmasıdır. Edebiyat, bu sancıyı ortaya çıkaran bir ayna, varoluşun en kırılgan anlarını ölümsüzleştiren bir sahnedir. Öyleyse edebiyat, intiharın karanlık sınırlarında dolaşırken şu soruyu ortaya atar: İnsan, kendi ruhuna tanıklık sırasında yok oluşu mu seçer, yoksa yeniden var olmayı mı?

İntihar, kendi ruhuna tanıklık edenlerin anlatımında yok oluş değil, yaşamın en sancılı biçimde anlamlandırılmasıdır. Edebiyat, bu sancıyı ortaya çıkaran bir ayna, varoluşun en kırılgan anlarını ölümsüzleştiren bir sahnedir. Öyleyse edebiyat, intiharın karanlık sınırlarında dolaşırken şu soruyu ortaya atar: İnsan, kendi ruhuna tanıklık sırasında yok oluşu mu seçer, yoksa yeniden var olmayı mı?

İntihar, insanın ruhunun karanlık çatlaklarında yankılanan sessiz ve derin bir çığlıktır. Tarih boyunca hem başkaldırı hem de teslimiyet olarak algılanan bu eylem, insanın kendi varlığını anlamlandırmaya çabalaması ve sancılı karar anlarını içinde barındırır. Antik Yunan tragedyalarından modern edebiyata kadar, her zaman bir anlatı aracı olmuş intihar, bireysel varoluş krizlerinin toplumla çatıştığı anların sessiz tanığıdır aslında.

Nilgün Marmara, Sylvia Plath’a hayran bir genç kadın olarak, onun içsel sancılarına dokunan dizeler yazdı. Plath ise Virginia Woolf’un trajik zarafetiyle örülü kişiliğini hayranlıkla inceledi. Bu hayranlık zinciri, yazarların varoluş sancılarını birbirine bağlar gibi, bir tür derin bağ oluşturdu. İntihar, bu sancının en uç noktasında, bireyin kendi varlığını anlamlandırmaya çabalaması, o keskin karar anıydı. Edebiyat, o anlara sessiz bir ayna tuttu. Nilgün Marmara’nın “Yaşamak yaralı bir kuştur” dediği yerde, Sylvia Plath sırça fanusun boğuculuğunu dizelere taşıdı. Virginia Woolf, ceplerine taşlar doldurup Ouse Nehri’ne yürüdüğünde, varlığı yalnızca suya değil, kaleminin ardında bıraktığı ölümsüz kelimeleriyle dünyaya emanet etti.

Bu üç kadın, yaşam ve ölüm arasında ince bir çizgide, intiharın bir son  değil, yaşamın yükünü anlamlandırmaya yönelik bir çığlık olduğunu gösterdiler. .Edebiyat, tüm çığlıkları duydu. Hem bireyin yalnızlığını hem toplumun sessiz baskılarını dile getirdi. İntihar, onların anlatılarında yalnızca bireysel bir tercih değil; aynı zamanda toplumun, normlarına ve ruhun dayatılmış sınırlarına karşı bir başkaldırıydı. Çünkü intihar, yalnızca bireyin bireysel krizlerini değil, aynı zamanda toplumsal toplamın dayattığı baskıları da gözlerin önünde seren bir ayna işlevini görüyordu.

Günümüzde intihar olgusu, bireysel bir eylem gibi algılansa da derinlerde toplumsal bağların zayıflaması, ekonomik eşitsizlikler, kültürel baskılar ve modern dünyanın ayrışan oluşumlarıyla şekillenmektedir. Émile Durkheim, İntihar adlı eserinde, bu eylemin bireysel bir hayattan çok, toplumsal bir durum olduğunu açıkça ifade eder. Ona göre, bireyin toplumla bağları koptuğunda ya da toplumun üyelerinin bireysel sınırları içinde bir yük haline geldiğinde, bu bağ kopuşu kendini intihar eylemiyle gösterir. İşte bu noktada edebiyat, yalnızca bireylerin değil, toplumun sessizliğini de haykıran bir dil olur.

Peki, edebiyat bize intihar hakkında ne der?

İntihar, bireysel bir tercih gibi görünse de aslında toplumun inşa ettiği görünür duvarlara çarpan bir çığlıktır. Nilgün Marmara’nın dizelerinde bu duvarlar, insanın kendine yabancılaşması, ait olamama hissi ve toplumun bireyin üzerinde  uyguladığı  baskının ağırlığıyla örülmüştür. Marmara’nın dizelerinde insan, uçmayı arzulayan, ama kanatlarının her çırpınışında daha fazla kanayan bir varlıktır. Bu çatışma, bireyin kendisiyle ve çevresi ile uzlaşamadığı bir eksende derinleşir.

Sylvia Plath ise, Sırça Fanus romanında, bireyin toplumsal normlara sığamayacağı kadar özgün bir ruh taşıdığını gösterir. Fanusun metaforu, yalnızca Plath’ın kişisel çıkmazları değil; Aynı zamanda modern dünyanın insanı içine hapsettiği kafesi temsil eder. 2025 yılında, bu fanus hala varlığını koruyor: Sosyal medya, bireyleri sürekli bir performans sergilemeye iterken, insanların içsel kimlikleri fanusun buğulu camları arkasında sıkışıp kalıyor. Plath’ın eserindeki yalnızlık, artık dijital dünyada “görünür” olma arzusu ile daha da derinleşiyor. İnsan, kendine bile ulaşamaz hale geliyor.

Virginia Woolf’un ceplerine taşlar doldurarak nehire doğru yürüyüşü, yalnızca bireysel varoluş  krizi değil; Aynı zamanda edebiyat aracılığı ile kadınlara biçilen geleneksel rollerin sorgulanmasının   simgesi olarak görülebilir. Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde Woolf, kadın yazarların ihtiyaç duyduğu ruhsal özgürlük alanından bahseder. Woolf’un mesajı günümüzde geçerliliğini koruyor.

2025 yılında intihar, dijital çağın karmaşıklığıyla daha derin bir toplumsal yara haline geldi. Sosyal medya bireyleri görünür hale getirirken, bireysel ve toplumsal anlamda olumsuz sonuçları olan geri kalma korkusu, anksiyete, depresyon,  kaygı ve yalnızlığa dönüşmektedir. Durkheim’ın teorisi, bireyin toplumsal bağlardan koptuğunda intiharın kaçınılmaz bir sonuç olabileceğini gösterirken, dijital çağda bu bağlar, yalnızca fiziksel olarak değil, manevi olarak da aşınmıştır.

Edebiyat, yaşamın bu karanlık anlarını görünür kılmaya devam etmektedir. Örneğin, Elif Şafak’ın Arafta romanı, bireyin kendine ve çevresine ait olma mücadelesini işlerken, Hakan Günday’ın Daha romanı, modern dünyanın insanı yabancılaştırdığını anlatır. İntiharın edebiyattaki yansımaları, yalnızca bireyin acısını değil, toplumun bu acıdaki rolünü açıkça ortaya koyması açısından önemlidir. 2025 yılında modern dünya daha karmaşık, daha hızlı ve hatta daha yalnız olabilir. Ancak edebiyat, bu yalnızlığın içinde yankılanan çığlıkları duyurmaya devam etmektedir ve edecektir. Çünkü edebiyat hem bireyin hem de toplumun ruhuna tutulmuş bir aynadır. Ve o ayna, hiçbir zaman yalan söylemez.

Edebiyat, bize şu soruyu sormayı bırakmıyor: “İnsanın, kendi ruhuna tanıklık ederken yok oluşu mu seçiyor, yoksa yeniden var olmayı mı?” Cevap, her zaman bireyin kendi hikâyesinde ve duruşunda saklıdır.

Cumartesi, 31 Mayıs 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Sosyal Psikoloji
Sonsuz zamanın labirentinde, insanlık toplumsal muhalefetin uçsuz bucaksız sahnesinde bir destan yazıyor. Bu destan, özgürlük ve adaletin temel taşlarıyla inşa edilmiş bir kule gibi, gökyüzüne yükseliyor. Toplumsal muhalefet, demokratik düşlerin gerçeğe dönüştüğü, insanlığın aynasını tutan bir eldir. Bu el, siyasi arenanın sakin sularını çalkalayarak derinliklerini keşfetmemizi sağlar.

Sonsuz zamanın labirentinde, insanlık toplumsal muhalefetin uçsuz bucaksız sahnesinde bir destan yazıyor. Bu destan, özgürlük ve adaletin temel taşlarıyla inşa edilmiş bir kule gibi, gökyüzüne yükseliyor. Toplumsal muhalefet, demokratik düşlerin gerçeğe dönüştüğü, insanlığın aynasını tutan bir eldir. Bu el, siyasi arenanın sakin sularını çalkalayarak derinliklerini keşfetmemizi sağlar.

Toplumsal muhalefetin anlamı, çeşitliliğin ve özgürlüğün ahenkli bir dansıdır. Farklı fikirlerin birbirine dokunduğu, tartışmaların halka açık sahnede sergilendiği bu tiyatro, demokrasinin sahnesinde oynanır. İnsanlık, bu sahnede kendini yeniden icat eder, geçmişin yorgun ezberlerini kırar ve yeni ufuklara yelken açar.

Ancak toplumsal muhalefetin en değerli incisi, barışçıl düşüncenin gücünü simgeler. Kalem ve kelam, bu mücadeledeki en güçlü silahlardır. İdealler ve hedefler, bu silahlarla yazılan satırlarda yeşerir ve toplumu aydınlatan bir mum gibi parlar. Her kelime, demokratik değerlerin sütunlarına bir tuğla olarak eklenir ve aydınlık yarının temellerini atar.

Demokratik toplum, toplumsal muhalefetin çeşitliliğini kucaklar ve farklı renklerin mozaik tablosunu oluşturur. İşte bu tablo, insanlığın kolektif bilinci ve değişim arzusuyla boyanmıştır. Toplumsal muhalefet, bir nehir gibi akarak, taşıdığı çeşitli düşüncelerle kıyıları zenginleştirir ve demokrasinin yeşeren bahçesini sulayarak büyümesine katkıda bulunur.

Toplumsal muhalefet, demokrasinin kalkanı ve aynasıdır. İktidarın gölgesinde saklanan gerçekleri aydınlatır ve toplumu uyanık tutar. Muhalefet, demokratik düşünceyi besleyen bir pınardır ve demokrasinin yüreğindeki ateşi korur. Farklı görüşler, bu ateşte eriyerek demokratik bir demir dövülür ve daha güçlü bir toplumun temelleri atılır.

Bu uzun yolculukta, toplumsal muhalefetin kahramanları, eleştiri oklarının hedefi olurlar. Ancak unutulmamalıdır ki, büyük ağaçlar en güçlü rüzgarlara meydan okuyarak kök salarlar. Toplumsal muhalefet de sağlam bir inançla ve demokratik değerleri yüreğinde taşıyarak ayakta kalır. Cesaret, bu mücadeledeki en büyük müttefiktir ve toplumsal muhalefetin yükselen rüzgarlarıyla birlikte savrulan bir bayraktır.

Kalemin ve kelamın dans ettiği bu destan, toplumsal muhalefetin kudretli kanatlarıyla yazılırken, geleceğe umutla ilerlemenin tınısını taşıyor. Toplumsal muhalefet, demokrasinin kıymetli birer mücevheri olarak parıldayan kelimelerinin büyülü bir bileziği gibidir. Bu anlam yüklü harfler, özgürlük meşalesini yakarken, adaletin ışığıyla birleşerek karanlığı aydınlatır. Kalemin ucundan damlayan her kelime, geleceğe dair vaatler taşırken, toplumsal muhalefetin sayfalarında yazılan her satır, insanlığın daha adil ve özgür bir dünya hayaline katkıda bulunur. Öyleyse, bu eşsiz destanın en güzel kahramanları, kalemlerini ve kelimelerini toplumsal muhalefetin zirvesine yükselterek, aydınlığa giden yolda ilerlemeye devam edeceklerdir.

Pazartesi, 19 Mayıs 2025 / Yayınlanan Son Eklenenler, Toplumsal Algı ve Temsil
Yorucu bir senenin ardından gelen güneşli yaz günlerinin belki de en güzel yanıdır, tatile çıkmak. Doğanın huzur verdiği bir sahilde, sere serpe uzanıp yerlere, buz gibi bir içeceği yudumlamanın düşüncesi bile mutlu eder kişiyi. Öyle ya; biraz da vuslattır tatil. Insanın kendine, özüne dönme şansı bulduğu; özlediklerini yapmayı planladığı, mecburiyetsiz anların toplamıdır, üstelik telaşsızdır.

Yorucu bir senenin ardından gelen güneşli yaz günlerinin belki de en güzel yanıdır, tatile çıkmak. Doğanın huzur verdiği bir sahilde, sere serpe uzanıp yerlere, buz gibi bir içeceği yudumlamanın düşüncesi bile mutlu eder kişiyi. Öyle ya; biraz da vuslattır tatil. Insanın kendine, özüne dönme şansı bulduğu; özlediklerini yapmayı planladığı, mecburiyetsiz anların toplamıdır, üstelik telaşsızdır.

Uzun bir yaz tatili var önümüzde. Hepimiz rutin çalışmalarımıza ara verip kendimizi dinlendirip, eğlenmeyi düşlüyoruz. Bir yandan yaşam şartlarını küçücük omuzlarına sığdırmaya çalışan yorgun çocuklarımızı mutlu etme arzusu, diğer yandan stresten uzaklaşmak ve yeniden enerji toplamak için duyduğumuz ihtiyaç… Bir olup gerçeklikle, şelalelerden akmak, ruhumuzu arındırarak belki denizin mavisine belki yeşile, çiçeklere karışmak; renklenmek istiyoruz. İçimiz başka kültürleri ve yerleri keşfetme, yeni insanlarla tanışma ve dünyayı daha geniş bir perspektiften görme heyecanıyla kıpır kıpır.

Doğrusu, çocukların tatillerini değerlendirme imkanları ile ilgili bir yazı yazacaktım size.

Ancak, yaşadığımız günlerde çoğumuzun tatil planlarımızı finansal olarak destekleyecek kaynaklara sahip olmadığımızı düşündüm. Tatil maliyetleri yüksek, ulaşım ve otel fiyatlarına gelen zamlar, alım gücünün her geçen gün düşmesi nedeniyle yazık ki, çoğumuzun bunları karşılaması mümkün görünmüyor.

Çoğumuzun tatile çıkmak için yeterli parası yok İstatistikler ise son yıllarda tatile gidemeyen aile sayısındaki artışları gösteriyor. Yapılan araştırmalara göre hane halkı sayısı arttıkça tatile gidememe oranları da artmakta.

Geçmiş yıllarda en azından köylerine, memleketlerine gidebildiklerini anlatan aileler, bu sene bunun da mümkün olmadığını ifade ediyorlar. Yazı evinde geçirmeyi planlayan pek çok aile benzer durumda olduklarını ve evde kalsalar bile geçinmenin giderek zorlaştığını anlatıyorlar.

Görünen o ki; bazılarımız hayal kırıklığı dolmuş imkansız gözbebekleriyle, gidenlerin ardından bakakalacak. Bu yaz da hepimizin hakkı olan tatil, bir ayrıcalık gibi sadece imkanı olanlarca yaşanacak.

Elektrik faturasını düşünmesem “Neyse ki klima var!” diyeceğim ama ona da dilim varmıyor. Bari denizleri doldurup üzerine bina yapmayın, ağaçları kesmeyin, göz boyamak ya da eş-dosta haksız paralar kazandırmak için yetiştiremeyeceğiniz bitkileri şehrin ortasına dikmeyin Kısaca: şehirlerimizi betonlaştırmayın. Kendi şartlarımızda mutlu olup, nefes alabilmek için güvenli yeşil alanlara ve stres yükünü azaltabilmemiz için doğaya ihtiyacımız var. Yerel seçimler de yaklaşmışken, bilmem anlatabildim mi?