Toplumsal yapı ve sosyal dinamikler üzerine çalışmalar
Ramazan Bayramı’nın coşkusunu geride bırakırken, 23 Nisan Çocuk Bayramı’na doğru ilerlerken, unutulmaması gereken önemli bir gerçek var: çocuk işçilerin hala varlığını sürdürmesi. Bayramların neşe ve sevgi dolu atmosferi, maalesef bu çocukların hayatında bir lüks olmaktan çok uzak. Fabrikalarda, tarlalarda veya sokaklarda, yaşamlarının en değerli dönemlerinde çalışarak, çocukluklarını kaybetmiş durumdalar. Onların sesleri, bayram sevincinin arasında duyulmalı ve hakları için mücadele etmeliyiz.
İçi boş beyaz bir kumaş mendilin hayal kırıklığıdır, benim çocukluğumda bayram. Kimine göre torba torba doldurulmuş bayram şekerleri ve cep harçlıklarıdır, bilirim. Yeni giysilerini giyinmiş, gözleri ışıl ışıl parlayan çocuklardır sokaklarda. Belki boynu bükük yetim bir çocuğun özlem duyduğu babasının elleri? Mahalledeki zengin çocuğun havalı bisikletidir? ya da karnının güzelce doyduğu bir an, yanaklarına renk gelmiş annenin gülümsediği?
Yüzlerdeki çizgileri severim bu yüzden. Yaşanmışlıklarını anlatır insanın, geçmiş anılarını, geçmemiş acı ve mutluluklarını anlatır. Özel günlerin de muhakkak bir hatırası saklıdır orada. Fikrimce benim yaşımdakilerin de yüzlerinde bir bayram çizgisi asılı durmaktadır. Estetiğe karşı olduğumdan değil, yaşanmışlıklara ve samimiyete olan tutkumdandır belki. Yüzlerdeki çizgileri severim…
Çocukluk günlerinin bayramları da tıpkı çocukluğun tamamında olduğu gibi, herkes için güzel anılarla dolu değildir. Kim bilir belki de bu nedenledir bayramlarda uzaklaşmamız? Sahi, ailemizden ötede gidilen tatiller, çocukluğun acılarından da uzaklaştırır mı bizi?
Oysa bayram demek barış demektir. İnsana ve insanlığa dair ne varsa içindedir. Saygı, şükür, dayanışma, sevgi…Veren elin alan elden üstün olduğunu hatırlamak ve yeni nesillere aktarmaktır; milli -manevi değerlerimizi…Şöyle bir bakıyorum da, etrafa yaşatabildiğimiz sadece bayram temizliği adı altında bir telaş ve hep tüketme gayreti. Haksız sayılamayacak nedenlerle maddi imkânı olanların yola çıktıkları 9 günlük Bayramı tatili. Kimi beton yığınlarının arasında bunaldığından söz ediyor giderken, kimi millet olarak geçirdiğimiz zorlu süreçlerden. Unuttuk mu?
6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli 7 şiddetinin üzerinde üst üste yaşanan iki büyük deprem, 11 ilimizi derinden etkiledi. Binlerce insanımız hayatını kaybetti, yüzbinlerce konut ve işyeri yıkıldı ve kullanılamaz hale döndü. Bölgede bir yandan enkazlar kaldırılıyor diğer yandan can pazarı yaşanıyordu. An be an izledik. Depremin yaşattığı acı, yarattığı kaygı yetmiyormuş gibi bir de ekonomik şartlar ve hayat pahalılığı ile savaşıyorduk. Bir çocuk, annesi karne hediyesi olarak 3 parça et aldı diye seviniyordu. Ağladık. Et yiyebilenler de et yiyemeyenler de bir olduk ve ağladık. Ayrıştırılma baskısı altında bir de seçim yaşadık. Seçme sorumluluğunu hisseden de hissetmeyen de kaygı duyuyordu. Turladık. Kızdık, umut ettik, inandık ya da mecbur hissettik. Hep birlikte seçimi de atlattık. Yeminler, atamalar derken an be an izledik. Dolar ve altındaki yükseliş durmadı. Bazılarımız zenginleşti çoğumuz daha da fakirleştik. Sıkıldık, yorulduk. Tatile ihtiyacımız vardı. Tatil haktı.
Maddi imkanı olanlar yola çıktılar bile. Havalar da ısındı. Güzel memleketimizin her bir yanı ayrı bir cennet. Deniz mevsimi başladı. 9 günlük uzun bir tatil. Sınavlar ve yorucu bir eğitim-öğretim dönemi de bitti. Bir hesap yaptık. Oteldi, ulaşımdı, yemekti derken tatil parasını denkleştiremeyenlerimiz evlerinde kaldı. Tatil kimimize göre memlekete gidememek, kimimize göre günü birlik dahi olsa denize girememekti. Tatil ayrıcalıktı.
Yüzünüzdeki çocukluğa dair bayram çizgileriniz neleri anlatır bilmem. Çocuklarımızın bayram çizgileri hep güzel olsa keşke. Çocuklukların kan ve gözyaşından muaf sayıldığı bir günde bayram gibi bir bayrama uyansak…İster hak- ister ayrıcalık tarafında olun, gerçek bir bayramın çocuk yüzünde hakikatli bir gülümseme olduğunu unutmayın. Bu gülümsemelere katkıda bulunmak ise daima elimizde.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na doğru yaklaşırken, çocuk işçilerin durumunu hatırlamak önemli. Bu özel gün, çocukların haklarını ve geleceklerini kutlamak için bir fırsat olmalı. Ancak, ülkemizde ve dünya genelinde hala milyonlarca çocuk, çocukluklarını yaşayamadan çalışmaya zorlanıyor.
İster hak sahibi ister ayrıcalıklı olsunlar, gerçek bir bayramın çocuk yüzünde hakikatli bir gülümseme olduğunu unutmamalıyız. Bu gülümsemelere katkıda bulunmak, çocuk işçilerin haklarını savunmak ve onların çocukluklarını geri kazanmalarına yardımcı olmak için hepimizin elimizden geleni yapması gereken bir sorumluluktur. Onların yüzlerindeki çocukluğun kaybıyla dolu çizgiler, içimizi sızlatırken, umut dolu bir yarın için çaba sarf etmekten başka seçeneğimiz yok. Her bir çocuğun, güvenli, sağlıklı ve mutlu bir çocukluk geçirmesi için birlikte mücadele etmeliyiz. Çünkü her çocuk, hayat dolu bir gülümsemeyle tüm bayramların tadını çıkarmayı hak ediyor.
Bayramınızı çok sevdiğim bir şiirle kutlamak isterim. Gerçekte bu bir bayram şiiri olmaktan öte; babasız, ümitsiz çocuklara karşı duyulan merhameti ifade eden bir metindir. Burada kendi çocuğuyla kimsesiz bir çocuğun bayramdaki hâlini gözlemleyen ve karşılaştıran merhametli bir babanın duygusu ve düşüncesi şiir dili ve söyleyişi ile dikkatlere sunulmaktadır. Duyarlılığımızı kaybetmeyeceğimiz, bayram gibi bayramlarımız olsun temennisiyle:
Haluk’un Bayramı
Baban diyor ki: ‘Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? … Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu rûy-ı zerd-i sefalet… Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!
Tevfik Fikret
(Terâne-i îdi: Bayram şarkıları
Meserret: Sevinç, mutluluk
Ruy-i zerd-i sefalet: Yoksulluğun solgun yüzü)
“Yitirilmiş bir ülkeyim ben, sürgünler geçmiş içimden…”
Murathan Mungan
Göç, yalnızca adımların yön değiştirmesi değil; insanın, kendi içine doğru yaptığı en uzun yolculuktur belki. Bazen bir valizin içine sığmayan geçmişle, bazen bir dilin kıyısında donup kalmış cümlelerle başlar. Ve her göç, bir anlatıdır; kimi zaman kırık dökük bir ağıt, kimi zaman yeniden yazılan bir masal… Edebiyat, göçün susturamadığı sesi olur. İçimizden taşan, ama dışımızda yankı bulamayan o kırık sesten doğar cümleler. Tıpkı bir nehir gibi, farklı coğrafyalardan akar; ama sonunda aynı denize, insan kalbine varır.
Vladimir Nabokov’un kelimeleri, sürgün acısıyla yoğrulmuş bir hafızanın puslu aynası gibidir. Solgun Ateş’te, yerinden edilmiş bir benlik, dilin labirentlerinde kaybolur. Çünkü göç, en çok da dili yorar; sözcüklerin altı boşalır, cümleler köksüzleşir.
Amin Maalouf’un Semerkant’ında ise göç, bir zaman kaymasıdır. Ne tam geçmişte ne bugünde; bir belirsizliktir yaşamak, boşlukta salınmaktır kimlik.
Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi, göçün sadece insana değil, toprağa da dokunan yönünü anlatır. Göçen yalnızca insanlar değildir; masallar, efsaneler, dağlara sinmiş diller de yer değiştirir. Göç, bazen bir halkın hafızasını yerinden eden nehirdir.
Ve Jhumpa Lahiri… Kadınlarının sesi yoktur ama suskunlukları yankılanır. Yabancı bir ülkede, yabancı bir evde, yabancı bir aynada kendini tanımaya çalışan o kadınlar, göçün görünmeyen yüzünü taşırlar içlerinde: Aidiyetin suskun sorgusu.
Bir başka güçlü ses: Edwidge Danticat. Brother, I’m Dying’de, göç sadece bir kurtuluş değil; geride kalanların hayaletiyle yaşanan bir vicdan azabıdır. Göç bazen yaşamak değil, hayatta kalmaktır. Ve hayatta kalmak, anlatmayı gerektirir yoksa insan, kendi içinden silinir.
Göç, edebiyat için bir tema değil; bir varoluş biçimidir. Göçmen yazar, kelimelerle ikinci bir vatan kurar kendine. Her harf, kaybedilen bir evin taşlarıdır artık. Her cümle, yeni bir yuvanın temeli olur, belki. Bu yüzden, göç edebiyatı sadece kayıpların değil, buluşmaların da hikâyesidir. Farklı diller, farklı acılar, farklı umutlar bu edebi nehirde birbirine karışır. Sular bulanır zaman zaman, ama o bulanıklıkta hakikat parlar. Okur, o nehirde hem başkasını tanır hem kendine rastlar.
Göçün sesi çok dilli, çok katmanlı, çok derindir. Bir çocuğun ilk yabancı kelimesinde, bir annenin göz kapaklarına sinmiş uzaklarda; bazen bir tren biletinde, bazen de kimliği unutulmuş bir mezar taşında yankılanır. Ve edebiyat, bu yankının belleğidir. Nihayetinde edebiyat da bir göçtür: Kelimeler bir dilden ötekine, anlamlar bir kalpten diğerine göç eder. Ve biz, her iyi metinde biraz daha evimize yaklaşır, biraz daha içimizde kayboluruz. Hiçbir yer artık yuva değildir ama her kelime, biraz sığınaktır…
Binaların gölgesi uzadıkça, biz de uzuyoruz zamanın içinde. Her şeyin yerli yerine oturmadığı, ama yine de bir şekilde aktığı bir düzende, bir çocuğun muazzam hevesiyle, ama yorgun bir bilgenin ruhuyla dokunuyoruz şehre. Her sokak, her kaldırım çizgisi, her çatlak bir anlam taşıyor; bizse, bata çıka, dalgalı bir denizin üzerinde durmayı başarmış bir cambaz gibi yakalıyoruz hayatı; şehrin tam ortasında…
Kentin kalabalığı, yalnızlıktan örülmüş ince bir ağ gibi seriliyor üstümüze. Bir yandan insanlar yan yana, omuz omuza; öte yandan kimse kimseye değmeden geçiyor günler. Şehir hem iç içe geçmenin hem de geri çekilmenin mekânı. Her apartman, bir suskunluk yığını; her pencere, içeride neler olup bittiğine dair sonsuz bir bilinmezlik. Ve biz, bu bilinmezliğe bakarken, sosyolojiyi hatırlıyoruz. Gündelik olanın içinde gizli olağanüstülüğü, sıradan davranışların taşıdığı derin yapıları…
Yokuşlarda nefesi kesilen yaşlılar, sabahın köründe işe yetişmeye çalışan bedenler, geceyi gündüze katan neon ışıkları… hepsi birer gösterge. Hepsi, bir şehrin kimliğini oluşturan sessiz cümleler. Ve biz, birer kelime gibi düşüyoruz o cümlelerin arasına. Her gün yeniden yazılıyoruz.
Çünkü şehir sadece bir yer değildir; bir duygudur, bir çarpıntıdır, bir yorgunluktur bazen. Kentin ortasında yürürken kendimize rastladığımız olur; ya da kendimizden kaçtığımız. Toplumsal roller burada giyilir, çıkarılır, yamalanır. Göçmen olmak, kadın olmak, işsiz olmak, genç olmak… şehirde her kimlik bir başka yankı bulur. Sesin duvara çarpıp geri dönmesi gibi, biz de kentle konuşuruz. Kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman isyanla.
Ve yine de…
Yine de devam ederiz. Her gün aynı sokaktan geçerken, kaldırım taşına sinmiş bir yalnızlığı fark ederiz belki. Aynı köşede duran simitçinin sabrında, aynı otobüs durağında bekleyen bedenlerin yorgunluğunda bir şey bizi çeker. Şehir, aslında tam da oradadır: Durağan olmayan, ama hiç durmayan bir devinim olarak. Biz onun içinden geçerken, o da bizden geçer.
Ve o anda…
Kentin sosyolojisi, sadece bir kuram değil, bir sezgiye dönüşür. Bir bakışta çözülür yapı, bir yürüyüşte hissedilir sınıf, bir suskunlukta anlaşılır aidiyet. Şehir, görünmez bağların sahnesi olur. Ve biz, her gün yeniden cambaz oluruz. Düşmeden, ama hep düşme ihtimaliyle, ince bir çizgide yürür gibi…
Dün gibi aklımda, 1999 yılında yaşadığımız Marmara Depremi. Gece yarısı adeta bir kıyamete uyanmıştık. Yüksek katlı blokların birbirine doğru hareketlerini şaşkınlıkla izlerken hatırlıyorum kendimi. Kızaran gökyüzü birer parça bırakmıştı gözlerimizde. Sonrası arabalarda, çimlerde geçirilen uykusuz geceler, enkaz görüntüleri, panik atak tedavileri… Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı hayatımızda. Ancak, devam etti depremler. Her giden beraberinde götürüyordu sanki öncekini. Canımız yanıyordu bir daha, bir kez daha… Kimimiz kaderci yaklaşıyorduk konuya, kimimiz akılcı yaklaşmanın ve bilimden uzaklaşmamanın önemini anlatıyorduk seslerimiz kısılırcasına. Kısır bir döngüde azalıyorduk an be an. Söylediklerimiz kadar farkında mıydık emin değilim. Kendimize ve geleceğimize yardım etmeyen bizler, her defasında yeni yardımlar göndermek üzere kenetleniyorduk. İçimizden biri de çıkıp demiyordu ki; bu kenetlenme deprem bilinci konusunda olsa ya!
Bütün bunlar, kendimize kendimizi iyi bir insan olarak gösterme çabasıydı bence. Sahi siz hiç nefret ettiniz mi iyi insan olmaktan?
Sahte ve empatisiz üzüntüler de yapıştırılıyordu bazı dudaklarının kenarına. Çantacı iş takipçileri çadır ve konteynerlerin kademe kademe pazarlamasıyla ilgili büyük bir koşuşturma içindeydiler. Duyanlar, bilenler, görenler yok muydu sanki?
Depremzedeleri de unuttuk. Son yaşanan depremi bırakın, çok daha önce gerçekleşen İzmir depremini yaşayanların dahi sorunları devam etmekte. Depremlerden ders çıkaran bir çalışma, şehir planlaması hala yok. Her deprem sonrası görevde bulunan mevcut iktidarlar deprem bölgelerine konut ihaleleri açıp yandaşlarına rant sağlarken; kalıcı çözüm yollarını üretmek ve hayata geçirmek için çaba görmüyoruz. Depremzedeler temel ihtiyaçları, yaşamsal sorunlarında yalnız. Öte yandan bu felaketlerde bütün sorumluluk iktidardaymış gibi görünse de yerel yönetimlerin sorumluluğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Zira, şehir planlamaları yapılırken tamamen ranta ve betonlaşmaya dayalı imar çalışmaları devam ettikçe, insanların depremle yüz yüze kalması, yaşamsal alanların azalması gibi riskler de artarak devam edecek. Uygun olmayan zeminlerde çok katlı inşaatların yapımları sürerken, elimizde kalmış son yeşil alanlar da tüketiliyor. Bu bağlamda gerek ana iktidar gerek yerel yönetimler aynı sorumluluk bilinci ile belli bir dayanışma çerçevesinde birlikte hareket etmeliler. Günü kurtarmak adına şehirleri makyajlama çalışmalarından çok, güvenli yaşam alanları oluşturulması için ortak hareket etmelerinin zamanı geldi geçiyor.
İtiraf edelim. Vatandaş olarak, birey olarak bizler de suçlu ve sorumluyuz. Sadece laflarımız büyüyor ağzımızın boşluğunda. Hızla makyajlanan şehirlerin içinde ilkel benliğimize ya da nefsimize yeniliyoruz. Göğe yükselen; trilyonluk toplu mezarlara sormadan, araştırmadan talip olmaya devam ediyoruz. Kolayca unutuverdik yine geçmişi, kolayca unutuluvereceğimiz bir döngüye dek sürecek bu. Bilimin olmadığı yerde yinelenecek felaketler kaçınılmazdır çünkü. Yeni bir depremin acısı söküp çıkaracak eskisini yüreğimizden. Kimimiz depremzede olarak devam edecek yaşamına, kimimiz depremzade…. Farklı bir şehirde sobelenene dek, saklambaç oynamaya devam ölümle…
Her göç hikayesi aynı zamanda bir ayrılık ve kucaklaşma hikayesidir. Göç, sadece coğrafi bir değişim değil, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve kültürel bir fenomen olarak ele alınmalıdır. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) özelinde göçmen sayıları ve nedenleri, sadece istatistiklerle değil, aynı zamanda sosyolojik bir bakış açısıyla incelenmelidir. Bu kapsamlı değerlendirme, göçün toplumsal dokuya, kültürel çeşitliliğe ve siyasal dinamiklere olan etkilerini anlamamıza olanak tanır.
Göç, sadece coğrafi bir değişim değil, aynı zamanda derin duygusal katmanlara sahip, karmaşık bir süreçtir. Her göç hikayesi, bireylerin ayrılık acılarıyla başlayıp, yeni bir yerde kucaklaşma umuduyla devam eden bir öyküdür. Bu öyküler, sadece fiziksel yolculukları değil, aynı zamanda insanların kimlik arayışları, kültürel bağları ve toplumsal entegrasyon çabalarını içerir. Öyleyse göç, aynı zamanda ayrılıkların ve kucaklaşmaların izini taşıyan bir serüvenin adıdır.
Kıbrıs, tarih boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve bu süreçte göçlerin kesişim noktası olmuştur. Tarihöncesinden itibaren Kıbrıs üzerinden gerçekleşen göçler, adanın tarihini şekillendiren önemli bir unsurdur. Kıbrıs’ın stratejik konumu ve zengin doğal kaynakları, bölgedeki farklı uygarlıkların ilgisini çekmiştir. Mikenler, Fenikeliler, Asurlular, Romalılar ve Bizanslılar gibi medeniyetler, Kıbrıs’ı farklı zamanlarda egemenlikleri altına almışlardır. Bu süreçte, farklı kültürlerin ve halkların adaya yerleşmesi, göçlerin başlangıcını oluşturmuştur. Orta Çağ’da, Müslüman Araplar ve Selçuklular, Kıbrıs’ı ele geçirmiş ve adanın demografik yapısını etkilemiştir. Daha sonra, Haçlı Seferleri kapsamında adayı fetheden Latin Krallığı, Latin nüfusunun Kıbrıs’a yerleşmesine neden olmuştur. Lüzinyan ve Venedik dönemlerinde, Kıbrıs’ın ticaret ve tarım potansiyeli, adaya yeni göç dalgalarını çekmiştir. Bu dönemde, adanın sahibi olan devletlerin politikaları, Kıbrıs’ın demografik yapısını belirlemede etkili olmuştur.1571’de Osmanlı İmparatorluğu’nun Kıbrıs’ı fethetmesiyle birlikte, adanın nüfusu Osmanlı İmparatorluğu’na katılmış ve farklı etnik gruplar arasında göçler yaşanmıştır. Osmanlı döneminde, Kıbrıs’ın ekonomik potansiyeli ve stratejik konumu, adaya olan ilgiyi sürdürmüştür. Osmanlı döneminde, Kıbrıs’ın zengin tarım alanları ve stratejik konumu, adaya olan göçleri teşvik etmiştir. Farklı coğrafyalardan gelen göçmenler, adanın çeşitli bölgelerinde yerleşmiş ve kendi kültürel izlerini bırakmışlardır. Bu dönemdeki göçler, Kıbrıs’ın etnik ve dini çeşitliliğini artırmış ve adanın karmaşık dokusunu oluşturmuştur. 20.yüzyılın ortalarında, Kıbrıs’ın bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte, adada yaşayan Türk ve Rum toplulukları arasında göçler ve yer değiştirmeler meydana gelmiştir. 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında ise adanın kuzeyinde Türk kökenli nüfusun, güneyinde ise Rum kökenli nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgeler arasında göçler yaşanmıştır. Göçmenlerin kendi toplumsal ve kültürel bağlamlarını sürdürme çabaları, yeni bir devletin inşasındaki etkileyici rolü düşündürücüdür. Bu tarihsel arka plan, Kıbrıs’ın göç adası olma özelliğini güçlendiren unsurları içermektedir.
Benim için Kıbrıs’ı bir “GÖÇ ADASI” olarak tanımlamak, bu toprakların sadece coğrafi değil, aynı zamanda derin duygularla işlenmiş bir mozaik olduğunu ifade etmek anlamına gelir ve Göç adasının hareketleri, sadece sayılarla değil, aynı zamanda sosyolojik bir perspektif ile incelenmelidir.
Göç, sadece coğrafi sınırları aşan bir değişim değil, aynı zamanda milletlerin kaderini de belirleyen bir güçtür. Türkiye, bu toprakların göç ile şekillenen güncel gerçekliğinde, sadece ekonomik bir güç değil, aynı zamanda binlerce yıllık tarihine damgasını vuran bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Kıbrıs, bu tarihi gücü ve göç ile yoğrulmuş kimliğiyle, bir milletin dirilişinin simgesidir.
Türkiye’nin küresel göç sahnesindeki lider rolü, sadece ekonomik değil, aynı zamanda bir milletin varoluş mücadelesini temsil etmektedir. Kıbrıs’ın topraklarındaki göçler, sadece demografik bir değişimi değil, aynı zamanda bir milletin birliğine yapılmış olan katkıyı da içermektedir.
Göç, disiplinli bir yaklaşımla ele alınmalı, sadece sayısal verilerle değil, farklı bakış açıları ve sosyolojik analizlerle zenginleştirilmelidir. Bu, göçün sadece coğrafi bir değişim olmanın ötesinde, kültürel, sosyal ve duygusal bir deneyim olduğunu vurgular. Her göçmenin yaşadığı, bir milletin tarihinde iz bırakan bu hikayeler, çok disiplinli bir perspektiften incelendiğinde daha derinlemesine anlaşılabilir. Her göç hikayesi bir milletin hafızasını taşır ve kültürel zenginliğini yansıtır.
Göçmenler yüreklerinde, kendi vatanlarından uzaklara savrulmuş bir umut taşırlar. Bu umut, yeni bir hayata, daha iyi bir geleceğe dair parlak bir ışıktır. Ancak, bu yolda karşılaştıkları zorluklar ve onları saran suçla ilgili yanlış algılar, bu umudu sıklıkla gölgelerle örter. Gerçekte, bu yolda yürüyenlerin çoğu, sevgi ve dayanışma ile dolu bir entegrasyon isteğini taşır, ancak toplumsal önyargılar bu isteği gölgede bırakabilir. Bu sebeple, göç ve suç arasındaki ilişkiyi anlamak, sadece soğuk istatistiklerle değil, aynı zamanda insanların içindeki duygusal yolculuğu da göz önüne almayı gerektirir.
Son dönemlerde, küresel düzeyde yaşanan göç hareketleri ve mülteci akışları, sadece coğrafi sınırları değil, aynı zamanda toplumsal ve politik meseleleri de derinden etkileyen bir hale gelmiştir. Göçmenlerin ve mültecilerin suç algılarıyla ilişkilendirilmesi, medyanın ve siyasi söylemin etkisiyle zaman içinde çarpıtılmış ve geniş kitleler arasında yanlış bir kanı oluşturmuştur. Ancak bu noktada, gerçeklere daha derinlemesine bir bakış sunarak bu yanlış algıları aydınlatmak, göç ve suç arasındaki kompleks ilişkiyi sosyolojik bir perspektifle ele almak, günümüzde giderek daha fazla bir önem taşımaktadır.
Sosyolojik bir bakış açısının göç hareketlerinin suç oranları üzerindeki etkilerini açıklaması ve bu konuda yapılan araştırmaların öneminin vurgulanması, bu alandaki bilgi birikimini zenginleştirecek ve daha sağlıklı bir anlayışa ulaşmamıza katkı sağlayacaktır. Araştırmalar, genellikle göçmenlerin yerel nüfusa göre benzer veya daha düşük suç oranlarına sahip olduğunu göstermektedir. Bu noktada, göçmenlerin genellikle yeni bir hayat kurma amacıyla gittikleri ülkelerde topluma entegre olma süreçlerine odaklandığı bilinci, göç ve suç arasındaki ilişkiyi daha doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olabilir.
Ancak, düşük gelirli bölgelerdeki göçmen gruplarını etkileyebilecek sosyal dinamikler ve ekonomik koşullar, göz ardı edilmemelidir. Algıların ve medyanın rolü de bu noktada önem kazanmaktadır. Medya, suç haberlerini seçerek ve sunarak toplumun algısını şekillendirebilir. Göçmenlerle ilgili suç haberlerinin öne çıkarılması, halk arasında yanlış bir algı oluşturabilir. Oysa ki, suç istatistikleri göçmenlerin genel olarak suç işleme eğiliminde daha düşük bir orana sahip olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, medyanın daha dengeli ve gerçekçi bir bakış açısı sunması, toplumsal algıları doğru yönlendirmede önemli bir rol oynamaktadır.
Göç ve suç ilişkisi, aslında daha geniş bir toplumsal entegrasyon sorununun bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Göçmenlere ve mültecilere yönelik ayrımcılık ve dışlanma, suç riskini artırabilir. Bu sebeple, toplumsal entegrasyon çabaları; dil eğitimi, iş imkanları, kültürel uyum desteği gibi faktörleri içermelidir. Bu tür çözümler, göçmen gruplarının topluma daha iyi entegre olmalarına ve suç oranlarını düşük tutmalarına yardımcı olabilir.
Bu bağlamda, göç ve suç arasındaki ilişki, istatistiksel verilerin ötesinde insan hikayeleri ve sosyal dinamiklerle de anlaşılmalıdır. Yanıltıcı algıların toplumsal dinamikleri etkilediği bir ortamda, gerçeklere odaklanmak ve bu gerçekleri anlamak, daha adil bir toplumun temelini oluşturabilir. Medyanın ve toplumun bu gerçekleri anlaması, daha adil ve anlayışlı bir toplumun inşasına katkı sağlayabilir. Toplumsal entegrasyon çabaları, suçla ilişkilendirilen yanlış algıların azaltılmasında ve göçmenlerin toplumlarına daha etkin bir şekilde entegre olmalarında kritik bir rol oynar. Daha adil bir dünya için, eleştirel bir bakış açısı benimsemek ve gerçeklere odaklanmak elzemdir.
Bir zamanların derinliklerine kök salmış efsanevi İğde Ağacı, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın incelikli dansının en zarif yansıması olarak günümüz siyasal sahnesinde tekrar hayat buluyor. Gökyüzü, masalsı bir akşamın perdesini aralamış, eski zamanların tozlu sayfalarında kaybolmuş bir figürü yansıtıyor: İğde Ağacı. Yüzyılların sessiz tanığı, bugünün karmaşık siyasal sahnesine sakin bir rehberlik sunuyor. Kökleri toprağın derinliklerine uzanan bu ağaç, geçmişin izlerini günümüzün liderlerine bir ışık hüzmesi gibi yansıtırken, kim görüyor ya da kim duyuyor? Eski zamanın özgün motifleri, bilge liderlerin ve toplumların çizdikleri yolu inatla aydınlatıyor. Zamanın kıvrımlarında yükselen İğde Ağacı, geçmişin hüznünü taşıyarak bugünün siyaset sahnesinde hangi liderlerin, yıllara meydan okuyan direncin nağmelerini duyup duyuracağını ve hangi umudu yeşerteceğini merakla beklerken, acaba bu nağmeleri gören, duyan bir ses olacak mı?
İğde Ağacının sessiz öğretileri, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın incelikli dansının en zarif yansıması olarak karşımıza çıkar. Geçmişin hüznüyle filizlenen bu efsanevi ağaç, toprakların en derinlerine kök salmış, binlerce yılın hikayesini taşıyan yaşlı bir bilgenin kolları gibi uzanırdı. Ağacın dalları, toplumsal bağın tezgahında ahenkle örülmüş, farklılıkların birlikteliğinin simgesiydi. Mitolojik İğde Ağacı, farklı kültürlerin ortak dili olmuş, adaletin, paylaşımın ve sürdürülebilirliğin sembolüydü. Bugünün siyaset sahnesinde bu sembolün dansı, farklı renklerin, seslerin ve inançların bir araya geldiği bir meydanda yükseliyor. İğde Ağacı’nın meyveleri, adaletin iştahını tatmin ederken, paylaşımın kutsal dokunuşuyla her bir bireyin eşitliğine işaret ediyor. Sosyolojik perspektiften bakıldığında, İğde Ağacı’nın hikayesi, toplumsal birliğin temellerini güçlendirmenin ve farklılıkları bir arada tutmanın kıymetini vurguluyor.
Edebiyatın büyülü dünyası, İğde Ağacının dallarında uçuşan kuşların nağmeleri gibi, her bireyin farklı bir hikayesi olduğunu anlatır bize. Toplumun hüzünleri ve sevinçleri, bu ağacın gölgesinde bir araya gelir ve birbirine dokunur. Bu ağacın altında, dostlukların kök saldığı, sevginin meyvelerini verdiği bir dünya hayal edilir geçmişten günümüze ve biliriz ki, bu düşlerin peşinden gitmek, günümüzün siyaset sahnesinde gerçek adaleti ve eşitliği savunmaktır. Ancak, ne yazık ki, siyasilerin kulakları bu sessiz nağmelere kapalı gibi görünüyor. Bilimin yol gösterici ışığı yerine, kısa vadeli çıkarlarının peşinden koşmaktalar hala. Sanatın estetik dansını görmek ve mitolojinin derin öğretilerini anlamak yerine, kendi gölgelerinde kaybolup gitmekteler. Sanatın, bilimin ve mitolojinin rehberliği, toplumsal harmoniyi inşa etme fırsatını sunarken, siyasetçiler hala kendi dar alanlarında sıkışıp kalmaya devam etmekteler. Gelinen bu noktada, İğde Ağacının öğrettikleriyle siyaset sahnesinde adımlarken, toplumun tüm renkleri ve sesleriyle bir araya gelebilmemizin yollarını aramalıyız.
İğde Ağacının sessiz fısıltısını dinleyerek, geçmişin derinliklerinden gelen öğretileri geleceğe taşıma vizyonuyla, birlikte daha aydınlık bir dünya inşa etmenin hayalini kurabiliriz. Bu yolda, farklılıkların Türk çatısı altında birleştirilmesi olağanüstü bir öneme sahiptir. Farklılıklarımız bizi bölünmeye değil, zenginliğimize katkı sağlamalıdır. Milli ve manevi değerlerimiz, ortak bir paydada buluşmamızı sağlayan temel taşlardır. Ancak bu değerleri sadece dillendirmek değil, içselleştirmek ve günlük hayatımızda yaşatmak da elzemdir.
Farkındalıkla yaklaştığımızda, fırsat eşitliği ve adalet gibi kavramların İğde Ağacının dallarından süzülen birer armağan olduğunu görebiliriz. İğde Ağacının kökleri gibi, toplumun tüm kesimlerine eşit şekilde besin sağlayan ve her bir bireyin gücünü doğru şekilde kullanabilmesini mümkün kılan bir yapı inşa etmek için çaba harcamalıyız.
Hayat pahalılığının gölgesinde umutsuzluğa düşerken, İğde Ağacının meyvelerinin insanlığın iştahını tatmin ettiğini hatırlayalım. İşte bu meyveler, adil bir düzenin mümkün olduğunun ve her bireyin refah içinde yaşayabileceğinin kanıtıdır. İğde Ağacının sessiz öğretileri, bu adalet ve eşitlik mücadelesinin önemini bizlere hatırlatıyor.
Ancak bu süreçte kendimizi de sorgulamalıyız. İğde Ağacının kökleri toprağa sıkı sıkıya bağlıdır, ancak onları güçlü kılan da içsel güçleri ve özgüvenidir. Bizler de milli ve manevi değerlerimizi taşıyarak, öz güvenimizi kazanmalı ve geleceği inşa etmek için gereken adımları atmaktan çekinmemeliyiz.
İğde Ağacının gölgesinde, farklılıkların zenginliği ve milli manevi değerlerimizin birliği altında bir araya gelmeli, birlikte daha adil, eşit ve umut dolu bir Türkiye inşa etme hedefiyle yürümeliyiz. Bu yolda karşımıza çıkan zorluklar, İğde Ağacının dayanıklılığına ve direncine olan benzerliğimizi hatırlatmalı ve bize ilham kaynağı olmalıdır.
Şimdi, geleceğin tohumlarını İğde Ağacının altına mı ekiyoruz? Yoksa rüzgârın sesine kulak verip, doğanın çağrısını mı duyuyoruz? Belki de bugün, mitoloji, sosyoloji ve edebiyatın ortak dilinde, toplumsal birliğin temellerini daha sağlam atmamızın zamanıdır. Peki, siyasiler kendi gölgelerinin ardında kaybolmaya devam ederken, İğde Ağacının sessiz fısıltılarıyla haykırdığı öğretileri duymaya ve toplumsal birliğin aydınlık yollarında yürümeye ne zaman karar verecekler?
Formun Üstü
Bireylerin ve toplumun yaşadığı hızlı değişimler, teknolojik gelişmeler ve iş hayatındaki zorluklar, tükenmişlik sendromunu daha da ön plana çıkarıyor. Sosyolojik bir bakış açısıyla ele alındığında, bu sendromun sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumun genel dinamiklerinin bir yansıması olduğu görülebilir
Günümüzde, ofislere kahramanca koşan, evdeki bulaşıkları hallederken sosyal medyada “mükemmel” hayatlarını inşa eden bizler, içimizdeki sessiz çığlıkla bir gün tükenme ihtimalimizin fısıldadığını duyuyoruz.
Dünya Sağlık Örgütü’nün de ifade ettiği gibi, tükenmişlik sendromu, iş yerindeki kronik stresin yetersiz yönetilmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Enerji seviyemiz gün içinde cep telefonumuzun şarjı gibi giderek düşer, mesleğimizden soğuruz ve verimliliğimiz WhatsApp gruplarında atılan esprili emojiler gibi yavaşça kaybolur.
Türkiye’deki çalışmalar, sağlık çalışanlarının yüzde 68’inin aile yaşantısının, yüzde 74’ünün mesleki gelişiminin, yüzde 84’ünün ise arkadaşlık ve sosyal ilişkilerinin pandemiden etkilendiğini gösteriyor. Bu da işin sadece bir kısmının değil, yaşamın genelinde tükenmişlikle karşılaşabileceğimizi gösteriyor.
Gençler, ergenlik döneminde yaşadıkları sorunlarla mücadele ederken tükenmişlikle karşılaşabilirler. Sınavlar ve gelecek kaygısı gibi akademik baskılar gençleri olumsuz yönde etkileyebilir. Sınav stresi gençlerin enerji seviyelerini düşürebilir ve motivasyonlarını azaltabilir. Aynı zamanda, gelecekleri hakkındaki belirsizlikler gençlerde tükenmişlik duygularını tetikleyebilir, çünkü bu belirsizlikler gençlerin kendilerini gelecekleri için yeterince hazırlıklı hissetmelerini engelleyebilir.
Sosyal medya kullanımının yaygınlaşması, gençler arasında karşılaştırma ve rekabetin artmasına yol açabilir. Sanal dünyada yaratılan mükemmel hayatlarla gerçek yaşantıları karşılaştırmak, gençlerde tükenmişlik hissini artırabilir. Sosyal medyanın yarattığı baskı, gençleri sürekli olarak kendilerini başkalarıyla kıyaslamaya ve sosyal standartlara uymaya zorlayabilir, bu da tükenmişlik sendromunun ortaya çıkmasına neden olabilir.
Gençlerin tükenmişlik canavarıyla baş etmeleri için farklı yöntemlere başvurmaları önemlidir. Örneğin, gençler, sınav stresiyle başa çıkmak için etkili öğrenme ve sınav stratejileri geliştirebilirler. Ayrıca, gelecekleri hakkındaki belirsizlikleri kabul etmek ve bu belirsizliklerle başa çıkma becerilerini geliştirmek, tükenmişlik duygularını azaltabilir.
Sosyal medya kullanımını dengelemek de gençler için önemlidir. Gerçekçi olmayan beklentilere kapılmadan, sosyal medyayı bilinçli ve sağlıklı bir şekilde kullanmak, gençlerin kendi yaşamlarıyla barış içinde olmalarına yardımcı olabilir. Aynı zamanda, sosyal medyada gerçek hayatın sadece bir yansıması olduğunu anlamak, tükenmişlik hissini azaltabilir. Gençlere destek sağlayan bir sosyal çevre oluşturmak da tükenmişlikle mücadelede etkili bir strateji olabilir.
Tükenmişlikle ahlaki incinme arasındaki ince çizgiyi çözmek, biraz karmaşık bir sudoku çözmek kadar zor olabilir. Ahlaki incinme dediğimiz şey, sanki bir bireyin kontrol panelindeki etik değerler düğmeleri bir anda kaosa dönmüş gibi hissetmesidir. Yani, “Aman tanrım, bu etik şifresini girişirken neden ‘1234’ yazdım ki?” gibi bir durum. Örneğin, iş yerinde yöneticinin haksız bir talimat vermesi ve bireyin bu talimata uymak zorunda kalması durumunda ahlaki incinme yaşanabilir. Bu durumda, birey kendi etik değerleri ile iş yerindeki beklentiler arasında sıkışmış hissedebilir, bu da moral ve motivasyon kaybına neden olabilir. Ahlaki incinme, iş yaşamında karşılaşılan etik ikilemlerle başa çıkma zorluğunu ifade eder.
Tükenmişlik ise biraz daha kişisel bir meseledir. Bu, sanki hayatın içinde bir enerji vampiri dolaşıyormuş da sürekli enerjiyi emiyormuş gibi bir hissiyat yaratır. Mesela, gün içinde işten işe koşarken, bir yandan da evdeki bulaşıkları hallederken, bir yandan da sosyal medyada kendi “mükemmel” hayatını inşa ederken, bir noktada içimizden bir ses, “Bu gidişle ben bir gün burada tükenirim!” der. İşte, tükenmişlik dediğimiz bu sessiz çığlık.
Şimdi kuşaklar arası farklara gelelim. Milenyum kuşağı, sanki tükenmişlik duygusuna daha maruz kalan bir grup gibi öne çıkıyor. Araştırmalar, bu kuşağın, yaşın ve çalışma süresinin artmasıyla duygusal tükenmenin de arttığını gösteriyor. Yani, teknoloji ilerledikçe, tükenmişlik daha da ilerliyor gibi bir durum söz konusu.
Pandemi sürecinde iş dünyasında meydana gelen değişiklikler de cabası. Artan çalışma saatleri, iş-yaşam dengesinin yerle bir olması gibi faktörler, sanki tükenmişlik canavarını serbest bırakmış durumda. Özellikle beyaz yakalı çalışanlar, sürekli iletişim beklentisi ve belirsizlikle başa çıkarken adeta tükenmişlikle dans ediyorlar.
Emeklilik dönemi, çalışma hayatının sona erdiği, hayatın keyfinin çıkarıldığı bir kırılma noktası gibidir. Ancak, bu keyifli dönemi gölgeleyen bazı meseleler vardır ki birkaç emeklinin elini kaldırmasıyla başlar, biraz eleştiri alır, biraz da toplumun gündemine oturur. Emeklilerin maaşlarındaki adaletsizlik, sanki bir tiyatro oyununun kritiği gibi herkesin dilinde. Kimi emekli, aldığı maaşı karnesine göre değerlendirir ve temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabilirken, öte yanda bazı emekliler var ki sanki banka kasasını çalsa fark edilmeyecek, o kadar yüksek maaşlar alıyorlar. Bu durum, toplumda bir eşitsizlik algısı oluşturarak eleştirilere maruz kalıyor.
Emekli maaşlarındaki bu ‘rol dağılımı krizi’ kamuoyunda sıkça konuşuluyor. Kimi emekli, ay sonunu zor getirirken, diğer yanda bazı emekliler var ki sanki her ay 30 gün değil de 300 gün sürüyor, o kadar lüks harcamalar yapıyorlar. Bu durum, emeklilik sisteminin adil olup olmadığı konusunda birçok soru işareti bırakıyor.
Öte yandan, medyanın bu tükenmişlik sendromuna katkısı da bir hayli ilginç. Medya, sadece emekliler arasındaki eşitsizliği değil, toplumun genel tükenmişlik hissini tetikleyen bir rol üstleniyor. Günümüzde, medyanın sürekli olarak olumsuz olayları, stres yaratan haberleri vurgulaması, insanların tükenmişlik duygusunu artırıyor. Ayrıca, sosyal medyanın yaygın kullanımı, insanları sürekli olarak başkalarıyla kıyaslamaya yönlendiriyor ve bu da tükenmişliği besliyor. Bu durumda belki de medyanın biraz daha pozitif haberlere yönelmesi, toplumun genel tükenmişlik hissinin azalmasına katkı sağlayabilir.
Madalyonun öbür yüzüne bakılacak olursa; Günümüzde medya çalışanları, haber ajanslarında, televizyon kanallarında veya dijital platformlarda yoğun bir tempoda çalışarak haberleri anında ulaştırma sorumluluğunu üstlenmektedir. Ancak, bu hızlı tempolu çalışma ortamı, medya çalışanlarında tükenmişlik sendromuna neden olabilmektedir. Medya çalışanlarının tükenmişlikle başa çıkma sürecinde, sürekli haber akışı, sıkıntılı olayları ele alma ve zaman baskısı gibi faktörler etkili olmaktadır. Bir yandan olayları doğru, hızlı ve tarafsız bir şekilde aktarma görevini yerine getirirken, diğer yandan toplumun beklentileri ve eleştirileriyle başa çıkmak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle kriz dönemlerinde, medya çalışanları sürekli olarak güncel kalmak, anlık gelişmeleri takip etmek ve doğru bilgiyi hızlıca iletmek zorundadır. Bu durum, çalışanların iş yükünü artırabilir ve sürekli stres altında olmalarına neden olabilir. Ayrıca, olumsuz haberlerle sürekli temas halinde olan medya çalışanları, zamanla duygusal yıpranma yaşayabilirler.
Peki, bu tükenmişlikle nasıl başa çıkılır? Bireyler, iş yüklerini etkili bir şekilde yönetmeli, sınırlarını belirlemeli ve sosyal destek ağlarını kullanmalı. Yani, mesela iş yerindeki masayı sıkıldıkça sandalyeyle değiştirmek gibi! Organizasyonlar da iş düzenlemelerini gözden geçirmeli, çalışanların beklentilerini anlamalı, liderlik tarzlarını iyileştirmeli ve açık iletişim ortamları oluşturmalı. Ayrıca, çalışanlara işlerine anlam katmaları için biraz esneklik tanımak da önemli. Belki de bir gün yazdıkları günlüklerden en çok okunan kitap çıkabilir!
Eğer hayatımız bir film olsa, tükenmişlik duygusuyla dans eden bu canavar, bir köşede kahkahalarla izleyen bir seyirci olabilirdi. Ancak gerçek hayatın karmaşasında, bu canavarla başa çıkmak zorlu bir görev. Bireyler için, iş yüklerini etkili bir şekilde yönetmek önemlidir. Sınırlarını belirlemek, zamanı doğru yönetmek ve sosyal destek ağlarını kullanmak, tükenmişlikle mücadelede etkili stratejilerdir. Belki de bir gün iş yerindeki masayı değiştirmek yerine, bir mola verip masadan uzaklaşmak, taze bir nefes almak tükenmişliği hafifletebilir. Organizasyonlar da önemli bir rol oynar. İş düzenlemelerini gözden geçirmek, çalışanların beklentilerini anlamak ve liderlik tarzlarını iyileştirmek, çalışanların motivasyonunu artırabilir. Açık iletişim ortamları oluşturmak, çalışanların duygusal ihtiyaçlarına daha duyarlı bir şekilde yaklaşmak, iş yerindeki atmosferi olumlu yönde etkileyebilir. Pandemi sürecinde yaşanan değişikliklere odaklanmak da önemlidir. Artan çalışma saatleri ve iş-yaşam dengesinin bozulması gibi faktörler, tükenmişlik duygusunu tetikleyebilir. Bu nedenle, esnek çalışma düzenleri oluşturmak, çalışanların kişisel ihtiyaçlarına daha uygun bir çerçeve sunabilir. Ayrıca, çalışanlara işlerinin anlamını göstermek, geri bildirim süreçlerini güçlendirmek ve adaleti sağlamak da tükenmişlikle mücadelede etkili olabilir. Kuşaklar arası farklılıklara dikkat etmek de unutulmamalıdır. Milenyum kuşağının daha fazla tükenmişlik yaşaması, iş dünyasındaki değişimlere ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan yeni zorluklara işaret edebilir. Bu durum, iş dünyasının ve organizasyonların kuşaklar arası iletişimi ve iş kültürünü daha iyi anlamalarını gerektirebilir.
Tükenmişlik sendromu, sadece bireyin iç dünyasını değil, aynı zamanda toplumsal yapıları da etkileyen karmaşık bir olgudur. Psikoloji ve sosyoloji disiplinlerini entegre ederek bu sendromu anlamak, bireysel deneyimleri toplumsal dinamiklerle buluşturmak anlamına gelir. Bir başka deyişle; tükenmişlik sendromu bireylerin ve organizasyonların ortak sorunudur. Ancak, bu sorunla başa çıkabilmek için bireylerin ve organizasyonların birlikte çalışması gerekmektedir. İş dünyasında yaşanan hızlı değişimlere ayak uydurmak, esneklik sağlamak ve sosyal destek sistemlerini güçlendirmek, tükenmişlikle mücadelede etkili adımlardır. Unutulmamalıdır ki, birlikte hareket etmek, tükenmişlik canavarını alt etmek için en güçlü stratejidir.
Çünkü birlikte hareket etmeyi öğrenemezsek, Sezen Aksu’nun o güzel şarkısında seslendirdiği gibi;
“ Etrafımızı sarıverecek
Bir boşluk ki asla bitmeyecek
Her şey bir anda anlamsız gelecek
İşte biz O gün Tükeneceğiz!”
Başımı ne yana çevirsem onları görüyorum. Sırtlarında boylarından büyük çuvallarla yürüyorlar. Kirlenmiş ruhlarımızın karalığını taşıyorlar yüzlerinde. Çöpleri karıştırıyorlar, minicik parmaklarıyla mendil uzatıyorlar kimi zaman da su. Hatta birini tanıyorum içlerinde. Sokak köpekleriyle beraber tekmeleyip dükkândan atıyor arada ustası. Henüz on yaşında. Atılmadığı zamanlarda sanayide çalışıyor gündüzleri geceleri de kitap satıyor alkollü mekanlarda. Şehrin yorgun bacaklarıyla yürüyor sokaklarda. Bacakları titriyor. Bacakları taşımıyor minik bedenin ağır yükünü. Caddenin ortasına atlıyor meydan okurcasına ölüme sonra, hepsi bir bozukluğa silmek için arabanın camlarını. Sahi siz de gördünüz mü onları? Kaç bozukluğa aldınız çocukluklarını? Peki ya ayakları? Ayaklarına baktınız mı hiç? İster yol kenarındaki tarlada ister metropolün ortasında olsunlar, çırılçıplak suistimale açık ayaklarına? Gördünüz mü onları, sadece acıdınız mı yoksa? İşçi çocuklardan bahsediyorum. Yüreğiniz kanadı mı hiç, ölüm haberini okurken bir sayfada? Çocuk Bayramını kutladınız mı bir çocuğun ayakkabınızı boyatarak. Okula giden yaşıtlarını, güzel elbiseler giyen ve çalışmak zorunda olmayan yaşıtlarını izlerken gözlerindeki hüznü minik başını eğdiği boya sandığına akıyordu. Görmek için baktınız mı? Bakmadıysanız bugün denemenizi öneririm.
Aslında çocukların çalıştırılmasının çok eskilere dayandığı; hatta tarihin her döneminde çocukların çalışma hayatında yer aldığı görülmekte. Kısaca özetlemek gerekirse; Tarihöncesi dönemin başlarında (Paleolitik) çocuklar; avlanma, balık tutma ve hayvanları kapanla yakalama uğraşlarında bulunmuşlar; yerleşik düzene geçilmesiyle birlikte (Neolitik); ormanlarda, tarlalarda, ürünlere ve hayvanlara bakılmasında aile büyükleriyle birlikte çalışmışlardır. İnsanlık tarihinin dönüm noktası olarak kabul edilen Endüstri Devrimi’nden önce de çocukların çalıştığını görüyoruz. Ve sonrasında kırsal bölgede tarımla geçimlerini sağlayan aileler ya da kentlerin çevresinde faaliyet gösteren küçük işletme sahipleri varlıklarını koruyamayarak dağıldıklarında fabrikalara işçi olarak başvurmuşlar. Bu iş başvurusunda bulunanların büyük bir bölümünü ise çocuklar oluşturmuş. Bu aşamadan sonra da çocuk çalışması, çocuk işçiliğine dönüşmüş
BM Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), çocuk işçiliğini “Çocuğun yaşına ve işin türüne bağlı olarak, minimum çalışma saatini aşan ve çocuğa zararlı olan iş” olarak tanımlıyor. Aslında bu çocukların okulda değil de tarlada, sanayi de ya da sokakta başka işler yapıyor olması ne onların ne de onların ailelerinin bilinciyle ilgili bir mesele değil. Çocuk işçiliğinin yoksulluk, eğitim masraflarının yüksek olması ve bazı ailelerin eğitimi gereksiz görerek, çocuklarının erken yaşlarda çalışma hayatına atılmalarının tercih etmeleri, mevzuatlardaki eksiklikler ve işverenlerin çocuk iş gücü talebi gibi nedenleri var. Örneğin gezici ve geçici tarım işleri var, bunlar yaptıkları işin gelir getirmesi için bütün aile emeğinin devreye sokmak zorunda. Bu durum ise bilinçle ilgili değil, tamamen hayatta kalma meselesi. Bazı aileler için çocuklarını okula göndermek hala lüks çünkü. Onlar da çocuklarını okula göndermeyi biliyorlar ama maddi koşulları buna el vermiyor. Çocuk İşçiliği ile Mücadelede yapılması gereken şey bence bilinçlendirmek ya da farkındalık yaratmak değil; insanların temel yaşam koşullarını oluşturabilecek bir mekanizmaların hayata geçirilmesi olmalı. Çünkü bu sorun farkındalıklarla değil eşitsizliklerin giderilmesi ile çözülebilir. Çözülmesi de gerekir. Zira, çocuk işçiliği geçekte suistimaldir, istismardır. Elbette, korunmasız ve güvencesiz bir şekilde çalışan işçi çocukları korumak öncelikli olarak devletin görevidir. Ancak, bu alanda mücadele etmek de hepimizin, insanlığın, insan yanımızın çocuklara borcudur.