Binaların gölgesi uzadıkça, biz de uzuyoruz zamanın içinde. Her şeyin yerli yerine oturmadığı, ama yine de bir şekilde aktığı bir düzende, bir çocuğun muazzam hevesiyle, ama yorgun bir bilgenin ruhuyla dokunuyoruz şehre. Her sokak, her kaldırım çizgisi, her çatlak bir anlam taşıyor; bizse, bata çıka, dalgalı bir denizin üzerinde durmayı başarmış bir cambaz gibi yakalıyoruz hayatı; şehrin tam ortasında...

Cambazın Gölgesinde Kentin Ruhuna Yolculuk

Binaların gölgesi uzadıkça, biz de uzuyoruz zamanın içinde. Her şeyin yerli yerine oturmadığı, ama yine de bir şekilde aktığı bir düzende, bir çocuğun muazzam hevesiyle, ama yorgun bir bilgenin ruhuyla dokunuyoruz şehre. Her sokak, her kaldırım çizgisi, her çatlak bir anlam taşıyor; bizse, bata çıka, dalgalı bir denizin üzerinde durmayı başarmış bir cambaz gibi yakalıyoruz hayatı; şehrin tam ortasında…

Kentin kalabalığı, yalnızlıktan örülmüş ince bir ağ gibi seriliyor üstümüze. Bir yandan insanlar yan yana, omuz omuza; öte yandan kimse kimseye değmeden geçiyor günler. Şehir hem iç içe geçmenin hem de geri çekilmenin mekânı. Her apartman, bir suskunluk yığını; her pencere, içeride neler olup bittiğine dair sonsuz bir bilinmezlik. Ve biz, bu bilinmezliğe bakarken, sosyolojiyi hatırlıyoruz. Gündelik olanın içinde gizli olağanüstülüğü, sıradan davranışların taşıdığı derin yapıları…

Yokuşlarda nefesi kesilen yaşlılar, sabahın köründe işe yetişmeye çalışan bedenler, geceyi gündüze katan neon ışıkları… hepsi birer gösterge. Hepsi, bir şehrin kimliğini oluşturan sessiz cümleler. Ve biz, birer kelime gibi düşüyoruz o cümlelerin arasına. Her gün yeniden yazılıyoruz.

Çünkü şehir sadece bir yer değildir; bir duygudur, bir çarpıntıdır, bir yorgunluktur bazen. Kentin ortasında yürürken kendimize rastladığımız olur; ya da kendimizden kaçtığımız. Toplumsal roller burada giyilir, çıkarılır, yamalanır. Göçmen olmak, kadın olmak, işsiz olmak, genç olmak… şehirde her kimlik bir başka yankı bulur. Sesin duvara çarpıp geri dönmesi gibi, biz de kentle konuşuruz. Kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman isyanla.

Ve yine de…

Yine de devam ederiz. Her gün aynı sokaktan geçerken, kaldırım taşına sinmiş bir yalnızlığı fark ederiz belki. Aynı köşede duran simitçinin sabrında, aynı otobüs durağında bekleyen bedenlerin yorgunluğunda bir şey bizi çeker. Şehir, aslında tam da oradadır: Durağan olmayan, ama hiç durmayan bir devinim olarak. Biz onun içinden geçerken, o da bizden geçer.

Ve o anda…

Kentin sosyolojisi, sadece bir kuram değil, bir sezgiye dönüşür. Bir bakışta çözülür yapı, bir yürüyüşte hissedilir sınıf, bir suskunlukta anlaşılır aidiyet. Şehir, görünmez bağların sahnesi olur. Ve biz, her gün yeniden cambaz oluruz. Düşmeden, ama hep düşme ihtimaliyle, ince bir çizgide yürür gibi…