Sessizlik… Ama bu, bildiğimiz o huzurlu, dingin sessizliklerden değil. Parmak uçlarımızın cam ekrana değdiği, ama bir türlü birbirimize ulaşamadığı bir yalnızlığın içinden süzülüp gelen, yeni ve tuhaf bir sessizlik. Çevrimiçiyiz. Hepimiz. Her an. Fakat nedense kimse tam anlamıyla burada değil.
Mesajlar yazılıyor, gönderiliyor, okunuyor, ama yanıt gecikiyor, bazen hiç gelmiyor. Cümlelerin sonuna koyduğumuz nokta bile kırıcı olabiliyor artık. Bir çevrimiçi statünün varlığı bile yetiyor bizi umutlandırmaya… Ama orada olan, çoğu zaman sadece bir ikon değil mi? Bir hayalet gibi dolaşıyoruz birbirimizin ekranlarında.
Dijital çağ, bağlantıyı vaat etti bize. Ve evet, bağlandık da. Ama neye? Birbirimize değil çoğu zaman. Sıklıkla sadece içimizde büyüyen görünmez boşluklara. Kelimeler çoğaldı, ama anlam daraldı. İletişim arttı, ama temas azaldı. Ve biz, bu ters orantının ortasında yavaşça çözülmeye başladık. Kendi sesimizin yankısı bile ulaşmaz oldu kendimize. Bir zamanlar göz göze gelerek kurduğumuz bağları, artık çift tiklere, mavi baloncuklara emanet ediyoruz. Kırgınlığımızı emojiyle ifade ediyor, sevgimizi Giflere sığdırıyoruz. Ve içimizde sessizce büyüyen o şeyi tarif edecek bir kelime bulamıyoruz. Belki de bu yüzden daha çok yazıyoruz, daha çok paylaşıyoruz, daha çok görünmek istiyoruz. Çünkü görünmez kalmak, bu çağın en büyük korkusu… Ancak, bu görünürlük de başka bir yalnızlık biçimi. Herkesin birbirini izlediği, ama kimsenin kimseye tam olarak temas etmediği bir boşluk hissi. Fotoğraflarımıza gelen beğeniler, hikâyemize bakan gözler, bazen sadece rakamdan ibaret.
Görülmek için var oluyoruz; ama görülmek artık anlaşılmak değil. Ve biz, yine bata çıka, bu sessizliğin içinde bir anlam kurmaya çalışıyoruz. Yorgun bir bilgenin sabrıyla, ama içimizde hâlâ yaşayan o çocukla birlikte…Dokunabileceğimiz bir cümle arıyoruz. Bir ses… Bir yüz… Gerçek bir karşılık…
Çünkü bazen sadece bir “merhaba” kurtarabilir insanı.
Ve bazen… sadece çevrimdışı olmak gerekebilir gerçekten var olabilmek için.